29 harften 24 harfe Türk Alfabesi
Hiç kimse otuz dört harfin hepsini kullanmak zorunda değil Prof. Dr. Vahit Türk İstanbul Kültür Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Vahit Türk, Türkçenin bugünkü bilgilerimize göre yaklaşık bin 300 yıldır bir yazı diline sahip olduğunu ancak ana neden olarak Türklerin yaşadığı konar-göçer bozkır hayatının getirdiği siyasi koşullar dolayısıyla bütün Türklerin her çağda kullandığı bir ortak alfabeleri olmadığının altını çiziyor. Türk, “Bir kısmı oldukça dar çevrelerde kullanılmış olmakla birlikte Türk dili pek çok alfabe ile yazıldı, bunlardan Köktürk, Uygur, Arap, Latin ve Kiril alfabeleri nispeten daha geniş alanlarda yaygın ve uzun süre kullanılan yazı sistemleridir. Bir ulusun ortak bir yazı sistemi kullanması, ortak bir konuşma ve yazı dili olduğu anlamına gelmez ama o ulusa mensup bireylerin o dilin bütün lehçelerinde yazılan metinleri kolayca okuyabilmesini ve lehçelerin birbirinden uzaklaşmamasını, dolayısıyla birbirlerini anlama kolaylığını sağlar, bu durum zamanla lehçelerin birbirine yakınlaşmasının, birbirinden beslenmesinin, belki de zaman içinde ortak bir yazı dilinde buluşmasının yolunu açar. Bu konudaki öncü çalışmalar, Kırımlı İsmail Gaspıralı’ya aittir. Gaspıralı, yirminci yüzyılın başında temeli Türkiye Türkçesi olmak üzere ortak bir yazı dili oluşturmak için büyük çaba göstermiş ve önemli ölçüde de başarılı olmuştu” diyor. “İyi bir alfabede üç temel özellik aranır” diyen Türk, “Birincisi; dilin seslerini mümkün olan en üst düzeyde karşılanması, ikincisi; öğrenme zorluğuna neden olmamak için harf kalabalığı olmaması, üçüncüsü ise; bir sesin bir işaretle (harfle) gösterilmesi. Türk yazı dili tarihinde en geniş alanda ve en uzun süre kullanılan yazı düzeneği, Türkçenin yazımında yetersiz olduğu konuyu az çok bilen hemen herkesçe kabul edilen Arap alfabesidir. Bu yetersizliğin nedeni, Türkçenin bol ünlülü bir dil olması ancak Arap alfabesinin ünlü açısından yoksul, ünsüz açısından zengin olmasıdır. Uzun süre kullanılan bu alfabe ile ilgili tereddütler Osmanlı aydınları arasında on dokuzuncu yüzyıl ortalarında görülmeye başlandı, hemen hemen aynı zamanda benzer rahatsızlıklar Azerbaycan aydınlarınca da dillendirildi ve konu, uzun süre tartışıldı” sözleriyle anlatıyor.