Bahtiyar Usta
Adil Can Güven/ Seramik Sanatçısı- İznik çinilerinin yapıldığı devirler, çiniler kadar renkli, şık, şeffaf ve rahat değildi. Şimdi toprak molozları arasından çıkan ve tekme attığımız çinileri yapanlar çok çile çekmişlerdi. Saray desteği vardır ama o ustalar, o emek, o cefa hiçbir zaman önemsenmemiş, tarih içinde sönük bir kandil ışığı gibi kalmıştır. Bahtiyar Usta da onlardan biridir.Günümüzden 500 yıl evvel çamurlu sokakları, düz damlı kerpiç evleri, bataklıkları ile bir İznik vardı. Yolları Roma’dan kalma, ıssız, bozuk ve yokuş. Sıtma, bir karabasan gibi gölün turkuazına inat huzursuzluk saçıyordu. Herkes hastaydı… Bu fakirliğe ve sefilliğe rağmen insanları azimliydi, tevekkeldi, sanatkârdı. Sıtmadan yeni kalkan bir çini ustası da onlardan biriydi. Uzun zamandan beri bir renk üzerinde araştırma yapıyor, pek başarılı olamıyordu. Son sıtma nöbetlerinde evde yatarken hep o rengi düşünmüş, kalkar kalkmaz yapacağı işleri planlamıştı. Ayasofya’nın arkasında 20’ye yakın atölye vardı. Bunlardan biri de onundu. Derme çatma bir sayvantı, asmalı bir avlusu, Bizans’tan kalma bilezikli kuyusu ile saray desteğini en az alan fakir bir atölye idi. İki çırak, bir de kalfası vardı ustanın. Sabah namazına kalkmış, hali olmadığı için tekrar yatmıştı. Aniden o gün yapacağı iş aklına gelmişti. Hafif ateşine rağmen hemen kalktı, giyindi, dışarı çıktı. İlkbahar yağmurlarından yollar çamur deryası olmuştu. Seke seke atölyesine ulaştı. İçeri girer girmez etrafına emirler yağdırdı. İlk sorduğu şey “Odun geldi mi?” oldu. Olumlu cevaptan sonra çıraklardan birine taş değirmende astar öğütmesini, diğerine de terazisini ayarlamasını söyledi. Kilitli bir dolaptan köşe yastığı gibi dolu bir torba çıkardı. Sonra granit bir havan, sonra Arap zamkı… Rutubetli, küçük pencereli bu atölye onun laboratuvarı idi. Hiç kimseyle konuşmadan tam dört gün çalıştı. Orada yattı. Gecenin bir vakti kıpırdayan kandil ışığıyla konuşuyor, “Hep aynısınız nereyi yaksanız yok ediyorsunuz” diyordu. Ustaları yokken kalfa ve çıraklar bir fırınlık evani (tabak, kâse) hazırlamışlar, birinci pişimlerini yapmışlar. Astarlayıp tekrar pişirmişlerdi. Sonra bir gün tahrirciler geldi. Güzel bir ilkbahar günü atölye avlusundaki asmanın altına maslar yerleştirilip örtüler atıldı. Boyalar ve fırçalar çıkarıldı. Bahçedeki küçük fırına ekmekler sürüldü, etler atıldı. Tahrirciler büyük bir keyifle işlerini yaptılar. Bir ara kaşicibaşı avluya girdi. Bütün herkes ayağa kalkarak buyur ettiler. “Bahtiyar Usta nerede?”diye sordu kaşicibaşı. Odasını işaret ettiler. Çinicilerin başı olan bu insan hiç o soruyu sormamış gibi bir masanın kenarına çekilip tahrircilerin kaç parça bezediklerini liste halinde çıkardı. Ayranlar geldi, masalar kuruldu, yemekler yendi. İki Milet çanak kemiklerle beraber küçük fırının en dibine atıldı, bereketi kaçmasın diye. Bezemeler yapıldı, bütün boyalar sürüldü. Aniden kapı açıldı. Bizim Bahtiyar Usta, yüzünde zafer kazanmış komutan edasıyla bahçeye çıktı. Önce gözlerini ışığa alıştırdı, sonra kaşicibaşıya selam verdi ve elindeki boya kabını tahrirciye uzattı. “Çiçekleri boya çocuk, boyaya acıma, çok kalın sür, meret alazada uçuyor” dedi. Kaşicibaşı hafif toparlandı. Bahtiyar Usta’yı yanına çağırdı. Yüzüne baktı, ona çok solgun olduğunu, zayıfladığını, kendine bakması gerektiğini söyledi. Ama çok iyi biliyordu ki o Bahtiyar hiçbir zaman yılmamış, ölümü bile göze alacak kadar mücadele etmişti.“Bütün renkler oluyor da neden kırmızı olmuyor” diyordu. Her şeyi deniyor, başaramıyordu. Kırmızılar yüksek ateşte uçuyor, kayboluyor, yanıyordu. Bahtiyar Usta’nın kandil ışığına yakınması da onun içindi.Heyecanlı bekleyişDurgunlaştı usta, heyecanı bundan sonra başlıyordu. Sırçalar taş değirmende öğütülmüş, incecik tülbentlerden elenmiş, Arap zamkı ve pekmezle karıştırılıp sulandırılmıştı. Kalfa ile beraber komşu atölyenin iki ustası da sırlamada yardım ettiler. Sırların akan kısmının rötuşları yapıldı. Sonra akşam ezanına kadar sessiz bir bekleyiş başladı. Geceleri hava daha temizdi, oksijen daha boldu. Onun için fırın gece yakılacaktı. Fırının ateşlik kısmına altı merdivenle iniliyordu. Bu arada çömlekçi çamuru ile fırının çatlamış duvarları sıvandı. Bir kısım çamur yoğruldu, hazırlandı. Kâse ve tabaklar fırına dizildi. Fırının kapısı çömlekçi çamuru ile örüldü. Sıvandı. Kapının ortasında bir gözetleme deliği vardı. Bahtiyar Usta bu deliğin tam karşısına, fırının içerisine çeşnisini koymuştu. Zamanı gelince delikten bir tel sokup onu oradan alacaktı. Ceviz kadar bir çamur altlığın üzerine saplanmış, bir deliği olan çini parçasıydı bu. Üzerine boyalar sürülmüş, sırlanmıştı. Tabii kırmızı da vardı. O zamanın derece aracı bu çeşni idi. Delikten bakarlar, bir telle dışarı alırlar, eğer çeşni üzerindeki sırça oluşmuş ise, ateşi çekerlerdi. Odunlar Karamürsel çamlarıydı. Sarayın özel fermanları ile getiriliyordu. Her şey iyi hoştu, çiniye verilen özen güzeldi de Bahtiyar Usta hastaydı. Yanan ateşin karşısındaki peykede, altında pöstekisi, seyrek sakallı, çekik gözleri, soylu burnu ile farklı bir çehre idi. Büyük dedesi Semerkant’tan gelmişti. Alazalara bakarken gözü dalmış, çok eskilere gitmişti. Küçükken dedesinin fırını da böyle kızarıyordu. Yeşil çömleklerin kırıklarıyla kendine oyuncak fırın yapardı. Bir ara içi cız etti. Rahmetli babasının özenle doldurduğu fırın aniden çökmüştü. Ailece çok üzülmüşlerdi. Kuvvetli bir çat sesiyle kendine geldi. Odunlar çıtırdıyordu. Ateşi kızıştıran çıraklar, ustanın yapmış olduğu kırmızı hakkında yorum yapıyorlar ama kesin bir yargıya varamıyorlardı. Tahrirci Serkis’in oğlu olan çıraklardan biri, ustasının elinde köşeli köşeli kırmızı taşlar gördüğünü söylüyor, diğer çıraksa “Ona Kıbrıs’tan bir torba yeşil taş geldi” diyordu. Zaman geçiyor, Bahtiyar Usta yorgun ve uykulu gözlerle alevlere bakıyor içi içine sığmıyordu… Yerinden usulca kalktı. Çırak hemen demir çubuğu eline tutuşturdu. Örülmüş fırın kapısı yer yer çatlamış, her seferinde yeniden sıvanmıştı. Gözetleme deliği iki üç tuğla parçasıyla tıkanmıştı. Bunları çekince içerdeki ışık belli oldu. Titreyen elleri ile teli içeri sokup, çeşninin deliğine geçirdi. Kalbi dışarı çıkacaktı. Yaptığı formüle çok inanmıştı. Elleri titremeye başlamıştı. Kor halindeki çeşnide renkler belli olmuyordu. İki karışlık duvar, İznik’in dehlizleri gibi uzadı da uzadı sanki. Bir ara tel sarsıldı. Çeşni telden kurtuldu. O anda Bahtiyar Usta zor da olsa çeşninin üzerinde bir kabarıklık hissetti. Ama çeşni içeri düşmüştü. Sırı parlaktı. Yatışmıştı. Ateşi çektiler. Usta çırakları evlerine yolladı. Artık fırın soğumada idi. İki veya üç gün sonra açacaktı fırını. Sırtüstü peykeye uzandı. Yıldızlara baktı. Tuhaf! Yıldızlar çok parlak ve çok yakındılar. Birden anacığı aklına geldi. 60 sene evvel yine böyle bir gecede yıldızlar onlara misafir gelmişti. Çok büyük bir sarsıntıyla beraber annesini de alıp gökyüzüne götürmüşlerdi. O heyecanı şimdi daha iyi yaşıyordu. O sarsıntıda annesini kurtaramamıştı. Evleri çökmüştü. Gözleri henüz ateşi körelmemiş fırına takıldı. Düşünmek bile istemiyordu. Ya deprem olursa diye geçirdi içinden. Korları dışarı çekmek için ayağa kalktı. Başı döndü, sendeledi. Yere düştü. Sonra yanına duvara dayalı olan fırın kürekleri düştü. Asmanın çardağı yıkılıyordu. Aynı anı yaşıyordu Bahtiyar Usta. Her yer çalkalanıp sallanırken o son bir gayretle ayağa kalktı. Fırın yer yer çatlamış, içinden alev dillerini çıkarıyordu. Bir tarafı göçmüştü. Bahtiyar Efendi iki kolunu havaya kaldırıp “Ah benim garip anam” diyerek fırının daha fazla çökmesini önlemek için ona sarıldı. Yaşı 78’di Bahtiyar Usta’nın. Ömründe ismiyle müsemma olmamıştı. Gün görmemişti. O kor gibi tuğlaların, o kar gibi çinilerin altında ümit edelim ki mercan kırmızısı çiçekleri, ateşte açan çiçekleri görmüş olsun. Bahtiyar olsun. Allah sana rahmet eylesin Bahtiyar Usta’m.“Bütün renkler oluyor da neden kırmızı olmuyor” diyordu. Her şeyi deniyor, başaramıyordu. Kırmızılar yüksek ateşte uçuyor, kayboluyor, yanıyordu.““Ateşi kızıştıran çıraklar, ustanın yapmış olduğu kırmızı hakkında yorum yapıyorlar ama kesin bir yargıya varamıyorlardı. Tahrirci Serkis’in oğlu olan çıraklardan biri, ustasının elinde köşeli köşeli