‘Bir teori ve pratik olarak demokrasi (1)’
İşte Uysal’ın kaleme aldığı o yazı; Teorideki demokrasi ile, pratikteki demokrasinin çok farklı olduğu ortadadır. Veya görünürdeki demokrasi ile gerçekteki demokrasi arasında dağlar kadar fark var. Aynı parti ve görüşün muhalefet dili ile iktidar dili mutlaka farklılaşıyor. Küresel, merkezi, yerel ve mikro hükmetme alanlarında, iktidar ve muhalefet konumu, lisanı ve refleksleri, taban tabana zıt olabiliyor. Dahası resmi, anayasal, şekli iktidar ile fiili, de facto, gerçek iktidar da çok farklı olabiliyor. Veya nazari demokrasi çok güzel görünürken, tatbiki demokrasi kabusa dönüşebiliyor. Demokrasi çoğu zaman bir çifte standart veya ahlakçı görünüp iki yüzlülüğe de dönüşebiliyor! Her kesimin, her görüşün, hatta her kişinin demokrasiden anladığı da, beklentisi de çok farklı. Demokrasi genel ve eşit oy hakkına dayalı, belirli aralıklarla yapılan ve gizli oy, açık tasnif (sayım) ilkesini esas alan seçimler vasıtasıyla, siyasi iktidarın el değiştirmesine imkan sunan bir sistemdir. Milli egemenlik, seçme ve seçilme hakkı, katılım, hürriyet, eşitlik, çoğulculuk, çoğunluk, hoşgörü, hukuk devleti ve kuvvetler ayrılığını içerir. Teoride demokrasi, halkın yönetime, eşit bir şekilde katılımına imkan sağlayan bir yönetim biçimidir. Demokrasi teorisi ve felsefesi bize “gerçek demokrasinin” bir imkansız ideal olduğunu anlatmaktadır! Dini demokrasi, genellikle toplumun çoğunluğunun mensubu olduğu belirli bir dinin değerlerinin, yasalar ve hukuk kuralları üzerinde etkili olmasıdır. Hristiyan demokrasi, İslami demokrasi, Musevi demokrasisi gibi. Teo demokrasi, dini demokrasi gibi kavramlar vardır. Çok çeşitli demokrasilerden bahsedilmektedir ve demokrasi tanımı üzerinde bir uzlaşma yoktur. Fakat zıddı olan otokrasi veya totaliterizm, tek adamın veya bir grubun seçimsiz ve hukukla sınırlı olmayan hakimiyetine göre elbette daha iyidir, tercihe şayandır. Şimdilerde eskisi kadar olmasada, eskiden bazı dindarların, hakimiyet nasıl milletin olabilir? Hakimiyet Allahın değil midir, itirazı olurdu. Fakat Allahın itikadi düzeyde sınırsız ve mutlak İlahi hakimiyeti ile, bir ülkede yönetim kimlerin elinde olacak muamelatı, tamamen farklı şeylerdir. Daire-i itikad ile daire-i muamelatı karıştırma mecburiyeti yoktur! Mülk Allah’ındır, ancak bu saat ve telefon senin, onun, değilde benimdir. İslam eşya hukuku çok esaslıdır ve mülk senin, benim, onun, değil de Allah’ındır itikadi esasına göre işlemez. Stalin ve Hitler diktatörlüklerinde de; İsveç, Norveç demokrasilerinde de itikadi, İlahi, hakimiyet elbette Allah’ındır. Şia’dan farklı olarak Ehl-i Sünnet siyaset anlayışında, Allah yöneticiyi belirleyip, göndermez. Şia’daki, Allahın belirlediği, muhalefetin caiz olmadığı, masum imamın mutlak otoritesi telakkisi, ehl-i sünnette yoktur. Yönetim ve belirlenmesi, muamelattandır, beşeri alandadır. Bu sebeple, Resul-ü Ekrem’in vefatından sonra ashab-ı güzin, Hilafet (yönetim) kimde olacak hususunu çok tartışmışlar ve nihayetinde istişare ile ilk Halife’yi belirlemişlerdir. Eğer bu konuda bir nas olsaydı veya Hz. Peygamber veya Allah cc İmamı (Halife’yi) belirlemiş olsaydı, ne bir tartışma ne de istişareye yer olmazdı. Bu anlamda bazı sünni siyasal İslam anlayışları Şia’ya yaklaşmışlardır! Bir diğer itiraz, demokrasinin bizden değil, Frenk (Yunanca) kökenli olmasıdır. Halbuki bir şeyin iyilik ve kötülüğü, kökenine göre değil, etkisi ve faydasına göre ölçülmelidir. Meşrutiyet ve anayasa kavramları da Abdülhamid Han zamanında Batı’dan gelmiş ve Sultan tarafından ilan edilmiştir. Cumhuriyet de Batı kökenlidir. Meşrutiyet ve Cumhuriyet, Demokrasi kadar dini bir itiraza uğramamıştır. Zira Meşrutiyet (şartlı, kayıtlı rejim), Cumhuriyet (çoğunluk, halk) İslami lügat ve literatürde zaten vardı. Hem cumhuriyet, hem de meşrutiyet Arapça kelimelerdir. Halbuki, tebeddülü esma ile hakikat tegayyür etmez. Yani ismi değiştirmek, hakikati değiştirmez. İslamda demokrasi yok deniyorsa, otokrasi, totaliterizm, diktatörlük, monarşi, vardır denebilir mi? Elbette denemez. Hilafetin saltanata dönüşmüş olması bütün İslam alimlerinin eleştirdiği bir husustur. Hiçbir ülkenin demokrasisi bir diğerine benzemez. Benzemek zorunda da değil. Başkanlık, Yarı başkanlık, Parlamenter, Meşruti Monarşi şeklinde demokrasiler mümkün. Veya liberal demokratlar, Hristiyan Demokratlar ve Sosyal demokratlar gibi. Demokrasinin beşiği denilen İngiliz demokrasisini esas alacaksak, Devlet-i Aliye’ye avdet etmek gerekecektir! Avrupa’da Birleşik Krallık, İspanya, Belçika, Hollanda, vs 11 devlet monarşik demokrsilerdir. Ülkelerin tarihi birikimleri, sosyolojileri, dinleri, mezhebleri, kültürleri, siyasi gelenekleri, varsa demokrasilerini, ister istemez rejimlerini, çeşitlendirir, farklılaştırır. Şeklen, zahiren, kronolojik olarak, mutlak monarşi, meşruti monarşi, cumhuriyet ve demokrasi sıralaması makul, hatta zorunlu gibi görünür. Ancak hiçte öyle değildir. Cumhuriyete geçmeyen, başta demokrasinin beşiği Birleşik Krallık olmak üzere, 11 monarşi, demokrasi konusunda daha başarılıdır! Zira bu ülkelerde, çoğulcu siyasi gelişimin, doğal seyrine müdahale olmamıştır. Demokrasi teorisi ve felsefesi, çeşitliliği, çok kafa karıştırıcı fakat belli bir mantık silsilesinde de tutarlı sayılır. Demokrasi tatbikatları ise daha net, öğretici ve nüfuz edicidir. “Gerçek ve tam bir demokrasinin” bir imkansız ideal olduğunu da unutmamalıyız. Bu veriler çerçevesinde demokrasi tatbikatına bakarsak; Burada çifte standartların ve iki yüzlülüğün, her zeminde, arsızca tezahürlerini görmekteyiz. Batı, demokrasinin mucidi, sahibi, belirleyici patronu olarak, üzerinde tekel iddiasıyla her türlü manipülasyona, suistimale ve menfaatçiliğe dönüştürebiliyor. Kendisi kamu düzeni ve devletin ali çıkarları uğruna, istediği keyfi pratiğe imza atarken, ötekini tam demokrasinin imkansız ideali kıstaslarıyla dövüp duruyor! Haksız ve çıkarcı siyaseti uğruna araçsallaştırıyor. Batı esasen, mesela Türkiye, Mısır gibi ülkelerde milletin (ümmetin) ali menfaatlerini kollayan, milli iradenin tezahürü anlamında bir demokrasi de istemiyor! Genel vali mesabesinde diktatörler ve krallar görevlendirmeyi tercih ediyor! Darbeler yaptırıp, darbecileri de alkışlıyor. Mesela tarihimizde “müstebid” sözü galiba ilk defa Sultan Abdülhamid için söylenmiş, kendisine karşı, “kahrolsun istibdat yaşasın hürriyet ” sloganları atılmıştır. Halen Türkiyede istibdat, despotizm, diktatörlük, denince akla Abdülhamid Han gelmektedir. “Kızıl Sultan” yakıştırması üzerine yapışmıştır! Burada vahim bir yanlış yapılmaktadır. Zira Sultan, “sulta”nın, istibdadın, mucidi değildir. Avrupalı onlarca monarşi örneğinden sadece bir tanesidir. Kendinden önceki ve çağdaşı sultanların çoğundan daha merhametli ve affedicidir. Kendisini deviren darbeci İttihadçılardan da her yönüyle daha anlayışlı ve başarılıdır. Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet diye diye, darbeyle Osmanlı iktidarını ele geçiren İttihatçılar, çok daha koyu bir istibdat, cinayat ve terör dönemi başlatmış ve koca İmparatorluğu 10 yıl içinde çökertmişlerdir. Hürriyet, hürriyet diyen Osmanlı halkı, Sırp, Bulgar, Yunan, Romen, vs merhametsiz çizmeleri altında ezilmiş, kaçabilenler Anadoluya göç etmiştir. Peşinden gelen tek parti dönemi ise, tarihimizin en koyu istibdadı, ekonomik olarak en zor dönemidir. Milletin dini, imanı, kültürü, kıyafeti, müziği, ezanı, aşağılanmış, ağır baskılara maruz bırakılmıştır. İttihatçı diktatörlüğü üzerine tek parti diktatörlüğü, terör üzerine terör estirmiştir. Hal böyleyken 115 yıl geriye gidip, Abdülhamid müstebidti yazıları yazmak, İttihatçılara ve onların bozuk kısmı CHP’ye toz kondurmamak, hem hakikate aykırı, hem tarih şaşırma anakronizmi, hem de maslahata terstir. Halihazırdaki dominant Kemalist rejimi aklamaktır! Eşeğini dövemeyen semerini dövermiş. Abdülhamid Han zamanında rahatlıkla ve sıklıkla “Kahrolsun istibdat yaşasın hürriyet ” sloganları atılabilirken, çok daha koyu İttihatçılar ve daha da koyu tek parti zulmü sırasında kimse bu tür sloganları olsun, ağzına alamamıştır! Eğer Müslümanlar Abdülhamid Han’ı savunamazlarsa, Devlet-i Ali Osman ve Devlet-i Ali Selçuk’u da savunamazlar. Frenklerle, Masonlarla, Selaniklilerle, dönmelerle ve tek parti ile beraber Sultana düşmanlık ederler ve de ediyorlar! Sultana muhalefet eden, Elmalılı Hamdi, Seyhül İslam Mustafa Sabri, Said Halim Paşa, Mehmet Akif, Filozof Rıza Tevfik vs vs İttihatçı ve tek parti zulmünü görünce derin pişmanlıklarını açıkça ifade etmişlerdir. Zira ilerleyen tarih Abdülhamid Han’ı haklı çıkarmıştır! Sultan, kendine bombalı suikast düzenleyen Ermeni suikastçının idam cezasını bile affetmişken, İttihatçılar çok cinayet işlemiş, tek parti çok alimler asmıştır. Avrupa kanlı 31 Mart darbecilerine, zorbalıklarına, cinayetlerine göz yumarken, Sultan Abdülhamidi bir canavar gibi resmediyor. (Batılı gazetelerde çirkin ve cani Abdülhamid karikatürleri!) Zira İttihatçılar, kadim düşman Osmanlıyı mahvetmekle meşguller. Çoğulcu, büyük, tarih yazan imparatorluk yerine, küçük bir Türkiye idealine tav olmuşuzdur. İşte bu bir hürriyet ve demokrasi saptırmasıdır. Devam edeceğiz…