Biz bu çağın fiyakalı kaybedenleriyiz

0

KAYNAKBetül Memiş / Cnnturk.com“Başka bir yüzyılda yaşamak ve bir başka yüzyıl için çalışmış olmak istemem. İnsan, devletin yurttaşı olduğu gibi zamanın da yurttaşıdır; ve içinde yaşanılan çevrenin âdet ve alışkanlıklarından kendini dışlamak nasıl yakışıksız, hatta tuhaf görünürse, aynı şekilde etkinlik seçiminde asrın ihtiyacına ve zevkine kulak vermek de bir o kadar görev olmalıdır. Ama bu ses, asla sanatın çıkarına olacağa benzemiyor; en azından benim araştırmalarımın yöneleceği sanatınkine. Olayların akışı, çağ ruhuna öyle bir yön verdi ki bu akış, ruhu gitgide ideal sanattan uzaklaştırmayla tehdit ediyor. Bu sanat, gerçekliği terk etmek ve dürüst bir cesaretle ihtiyacın üstüne çıkmak zorundadır; çünkü sanat, özgürlüğün kızıdır ve emirleri maddenin ihtiyacından değil, zihinlerin gereklerinden almak ister. Oysa şimdi ihtiyaç egemendir ve batan insanlığı zalim boyunduruğuna doğru eğmektedir.”  Dünyayı 1759 ve 1805 yılları arasında şereflendirmiş olan Almanya menşeili şair, filozof, tarihçi Friedrich Schiller, (Fol Kitap’tan çıkan, Gürsel Aytaç çevirisi) “İnsanın Estetik Eğitimi Üzerine” adlı kitabında böyle tanımlıyor meramını… Kitapta şu soru, günümüz yüzyılının da büyük muamması değil midir: “O halde, önyargının hâlâ yaygın olan bu hâkimiyeti ve felsefenin ve deneyimin yaktığı bunca ışığa rağmen kafaların karanlık oluşu nereden gelir?” Schiller üstadın meramını ve fanilik mesaimde, benim de her daim “iç ses” olarak fon yaptığım bu soruyu gündeminize sarkıtıyor / bırakıyor ve geliyorum bugünkü sadedimize… 2013’ten günümüze “Sezuan’ın İyi İnsanı”, “Uysal Kadın”, “Yabancı”, “Göçebe”, “Dönüşüm”, “Agamemnon=Süpermarket”, “Kafes”, “Hiç Prova Yapılmadı” ve “Gölge” gibi pek çok oyun / hikâye ile seyir hanemizi genişleten Atlas Tiyatro Araştırmaları’nın yeni oyunu, yazar Murat Menteş’in romanı “Dublörün Dilemması”…  
 
Sercan Özinan’ın uyarlayıp yönettiği, Ece Çelikçapa Özinan’ın dramaturgisini üstlendiği oyunun başarılı oyunculuklarında; Abdurrahman Merallı, Çetin Kaya, Deniz Işın, Ediz Akşehir ve Tekin Ezgütekin rol alıyor. Sahne arkası emekçilerine gelince; yardımcı yönetmen Aral Çelik ve Berre Koçak, müzikler Metin Bahtiyar, dekor – kostüm tasarım Rabia Kip, ışık tasarım Ayşe Sedef Ayter, maske  -kukla tasarım Hüseyin Akgül, ses-efekt tasarım Kerem Duru… Oyunu, 8 Aralık Pazar, Ses 1885’te; 17 Aralık Salı, Moda Sahnesi’nde; 20 Aralık Cuma, Alan Kadıköy’de; 24 – 25 Aralık, DasDas Sahne’de; 30 Aralık Pazartesi, Baba Sahne’de; 20 Ocak Pazartesi, House of Performance’ta dikize yatabilirsiniz.  Her zaman olduğu gibi tiyatro hemhalinde yine incelikler peşindeki anlatımlarıyla bizleri de başka hikâyelerin yamacına sürükleyen Atlas ekibinden (kurucularından) Sercan Özinan ve Ece Çelikçapa Özinan ile oyunu konuştuk. Röportaja dalmadan evvel, oyunun da fonu olan Adamlar’dan “Hayret”, “Zombi”, “Hikâye” veyahut Gaye Su Akyol’dan “Bir Yaralı Kuştum” şarkılarının sesini yavaştan açabilirsiniz. Hazırsanız, başlıyoruz! 
“Başkarakter tiyatro öğrencisi, tiyatroda tutunamamış” 
 
İzninizle sondan başlamak isterim. “Bugünün düzeni, geleceğin kaosudur… Modernite, bir ilerleme hikâyesi olmaktan çok, bir mücadele ve uyum sürecidir… Modernleşme, kültürel değerlerin evrenselleştirilmesini hedeflerken, yerel kimlikleri tehdit eder.” der Hollandalı sosyologlar Hans Van Der Loo ve Willem Van Reijen (İnsan Yayınları, Kadir Canatan çev.) “Modernleşmenin Paradoksları” adlı kitabında ve eklerler: “Modern toplumun en büyük zaafı nefret, kıskançlık ve hiddetli körüklemesidir. Modern toplum kendi iç duygu ve güdülerine hâkim bir insan tipi yerine, başkaları karşısında yüklenmiş rollerini oynamaktan başka bir şey yapmayan ve dolayısıyla Kendi “öz benliğin”nin farkında olmayan bir tip yaratmıştır.” Bu tanımlardan yola çıkarak sizin, hem kişisel yaşamınız hem de tiyatro kadrajınızdan 2024 yılı “Z Raporu”ndan ortaya nasıl bir fotoğraf çıkar? Ve 2025’e yaklaşırken kısa ve uzun vadede öngörünüz ne olur? 
 
Sercan Özinan: Kolonyalizmin ileri gelen ülkelerinden olan Hollanda’nın aydınlarından böylesi bir tespitin ortaya çıkması tesadüf değil. Elbette kolonyalizm değil sadece, kapitalizm de modernleşme sürecinde mükemmel bir uyum içerisinde gelişti. Kapitalizm; kendinin özel olduğunu hissettiren, kibirli, öz benliğinden uzaklaşan ve çeşitli personalarla gündelik hayatını idare etmeye çalışan, hıza bağımlı insanları uyum sağlamaya zorluyor. Neye? Çeşitli aygıtlara. Böylece devletin aygıtlarıyla, sosyal medyanın aygıtları arasında bir fark kalmıyor. Ama ben bunun böyle devam edeceğini düşünmek istemiyorum. Çünkü bir ürperme geliyor düşündükçe. Kapital dünya o rüyalarımızda gördüğümüz distopik bir evreni dayatmaya başlayacak gibi hissediyorum. Tiyatro üzerine gelecek olursak malzemesi insan olan bu sanat her zaman kendine anlatacak hikâyeler ve yeni biçimler bulacaktır. Koşullar ne olursa olsun. 
 
Gelelim, Nuh Tufan, İbrahim Kurban, Ferruh Ferman, Umur Samaz ve Dilara Dilemma gibi karakter adlarıyla da aslında bize hikâyenin esprisini oldukça sıkı bir noktadan paslatan / veren, yazar Murat Menteş’in 2005’te yazdığı ilk romanı “Dublörün Dilemması”nın tiyatro hemhaline… Öncelikle “Dublörün Dilemması”nın, Atlas ekibi macerası nasıl başladı? Sizi, bu romanı, tiyatro sahnesinde görmeye heves ettiren neydi/neden? 
 
Sercan Özinan: Mayıs ayında önümüzdeki yıl ne yapacağımızla ilgili Ece ile aramızda konuşurken, bu kez yerli bir öykü veya roman yazarı olsun istedik. Ben biraz daha eğlenceli, absürd öykülere odaklandım. Önceleri 1950 ve 1960 kuşağına yeniden dönüş yaptım. Sonra günümüze gelip biraz araştırmayla Murat Menteş’in romanlarına denk geldim. Adını duyduğum, ancak okumadığım bir yazardı. Afili Hafiye, Ruhi Mücerret derken Dublörün Dilemması’nı okudum. Eureka (‘onu’ buldum)! Başkarakter tiyatro öğrencisi, tiyatroda tutunamamış (hiç yabancı değil) ancak meziyetli bir tarafı da var. Öteki kimliği de kendi karakterinde bazı arazi durumları gösteriyor. Yetim olması, albino olması, dışlanması gibi… Ve kimliğini kabul edemeyişiyle beraber gelen sürprizli bir buluş ve yeni bir kimlikle yaşama hali. Absürd ama bir yanıyla çok gerçek. Sanırım beni çeken şeylerdi bunlar. 
 
“Gerçekten matematik çalıştım” 
 
Romanı uyarlamada ve yönetimde anlatım güzergâhınızı ne/ler şekillendirdi ve nasıl evrildi/dönüştü? Ve öncelikleriniz nelerdi? 
 
Sercan Özinan: Bir kere romana sadık kalarak metnin anlaşılması için elimden geleni yaptım. O yüzden uzun tiratlar eklemek zorunda kaldım. Bunu da seyircinin nefes alması yerler olarak belirledim. Çünkü oyunu hem lineer bir çizgide tutarak bilgi vermem (ki romanda flashback, flashforward öğeler var) hem de yüksek tempolu bir akışı sağlamalıydım. Gerçekten matematik çalıştım. Tiratlar arasında belli bir sayfa aralığı var. Aşağı yukarı aynı sürelere denk geliyor. Açık ve kapalı biçim teatral unsurlardan faydalandım. Provalarda bu oyuncuların yardımıyla daha da şekillendi ve son haline evrildi. Sanırım altı taslak metin sonucunda buna vardım. 
Romanı okuyanlar vardır elbet veyahut benim gibi okumayıp tiyatro peşrevinden dikize yatacak olanlar da vardır. Sorum, tiyatroya düşen halinin yaratıcıları olarak bize biraz sürprizi de kaçmadan, adıyla da esprisini dillendiren bu hikâyeden bahseder misiniz? 
 
Ece Çelikçapa Özinan: Başkarakter Nuh Tufan işsiz güçsüz, sıradan bir tiyatro öğrencisiyken, eski dostu İbrahim Kurban bir buluş gerçekleştiriyor ve hayatı bir andan değişiveriyor. Bundan önce Nuh Tufan’ın ev arkadaşı Baretta ve İbrahim ile bazı başarısız iş girişimleri oluyor. İbrahim sonunda arkadaşının bu işsiz parasız haline üzülmüş olacak ki başta bahsettiğim bu buluşu arkadaşına hediye ediyor. İlk iş görüşmesinde Ferruh Ferman isimli iş insanı için dublörlük yapmaya başlıyor ve Ferruh’un sorunlarıyla baş etmek zorunda kalıyor. Ve Ferruh’un kız arkadaşı Dilara’ya olan sevgisine de karşı koyamıyor. Bir de işin içerisinde gizli servis var. Olaylar çok, dağınık ama bir o kadar da birbirine bağlı. 
 
Edebiyat eserlerini tiyatro veya sinema güzergâhına iliştirmek / dönüştürmek veya o kadrajdan meramını anlatmak her daim sıkıntılı bir rota. Bir tık ötesi yorucu ve sevimsiz bir hale de gelebilir. Bu bağlamda da bu romanın tiyatro sahnesine düşen halinde kolayladığınız veya zorluklarını yaşadığınız, şimdi aklınıza gelen neler var? 
 
Sercan Özinan: Romandan bazı şeyleri feragat etmek zorunda kaldım. Bunun için yazardan izin aldım. Özellikle karakterlerin her biri için yaratılan bölümlerde çok fazla tatlı detaylar olmuş olsa da sahne dinamiğine hizmet etmiyordu. Ben de bunları çıkardım ve birbirine bir akışla bağladım. Bağladıktan sonra defalarca romana geri döndüm. Evet, bu detayda varmış dedim. Diyalog yazarken de saçmalamak istemedim, onun ruhunu korumak istedim. Detaylandırdım ve düzenledim. Pembe için yeni bir monolog yazdım. Çünkü kitapta çok az detay vardı. Yazarın kendisi de bu tirada dokunuşlarda bulundu. Hikâye o kadar keyifliydi ki bu sancılı süreç çok kolay geçti benim için. Mesela, geçtiğimiz yıllarda yaptığımız “Yabancı” uyarlamasında epey zorlandığımı hatırlıyorum.    
 
“Fiyakalı bir kaybeden olmak…” 
 
Oyunda, seyirci olarak -sandalyelerimize otururken- gördüğümüz; bizlere bırakılan kartvizitlerle başlayan bir macera… 80 dakika boyunca dördüncü duvarı yıkan yoğun bir absürtlük silsilesi üstüne; sahne – dekor – ışık tasarımları, müzikler ve tabii maskeler dikkat çekiyor. Biraz sahne arkası emekçiliğinden bahsedelim, orada neler oldu? 
 
Sercan Özinan: Oyunun yaratıcı sürecinde iyi anlaşabildiğin, senin isteklerin doğrultusunda ortak bakışı yakalayabileceğin profesyonel kişilerle çalışmaya özen göstermeye çalışıyorum. Rabia Kip Telek daha önce çok kez iş yaptığım mükemmel bir tasarımcı, zihnine ve yüreğine inandığım birisi. Keza Ayşe Sedef Ayter de öyle. Müziklerde yetenekli arkadaşım Metin Bahtiyar’ın zekâsı ön planda. Hatta hiç provaya gelmeden uzaktan beraber yürüttük besteleri. O besteler genç arkadaşım Kerem Duru tarafından düzenlendi, stüdyoda kayda alındı. Maske meselesi ise hikâyenin en önemli öğesi… Bunun için Fx sanatçısı Hüseyin Akgül imdadımıza yetişti. Gece gündüz çalışıp maskeleri yetiştirdi. Yani arka tarafta yoğun bir emek söz konusu…  
 
“Biz bu çağın fiyakalı kaybedenleriyiz.” cümlesiyle selamını çakan “Dublörün Dilemması” karakterleri bugün kimlerdir sizce? Bu hikâye bugün nereye denk düşmektedir? Ve bu oyunu kimler seyretsin, neden? 
 
Ece Çelikçapa Özinan: Ülke tarihimizde sürekli çalkantılar içerisinde devinmek bir yandan yorucu ancak bir yandan da çok gerçek. Çağın koşullarına ayak uydurmakta hep zorlandık ve zorlanmaya devam ediyoruz. Bunun bir sürü sebebi var. Ama bir yandan da kuyruğu dik tutmak lazım. Çünkü direnmenin bin bir türlü yolu var. Kimi zaman Nuh Tufanlar sesini yükseltir kimi zaman İbrahim Kurbanlar, Ferruh Ferman’lar, Habib Hobo’lar diye uzar gider bu liste. Hepsinde ortak bir durum var. Kimse istediği bir hayatı yaşamamış ya da yaşayamıyor. Koşullar seni başka şeylere zorluyor. Fiyakalı bir kaybeden olmak ne kadar cazip olabilir ki. Son olarak bu oyun; eğlenmek, düşünmek ve keyifli bir vakit geçirmek isteyen herkes için.    
 
“Bir yazarı mutlu etmek güzel bir motivasyon” 
 
Röportaja çalışırken romana göz attım ve şu cümle tebessüme düşürdü: “Lope De Vega’ya, Shakespeare’e, Marlowe’a, Ibsen’e, Moliere’e saygım sonsuzdu; gelgelelim artık tiyatro çağı kapanmıştı. Hayatın kendisi öylesine hileli hale gelmişti ki, tiyatroda ancak can çekişme sahnelenebilirdi.” Menteş, 2005’te romanı bastığında, 2024’te tiyatrodan selam vereceğini düşünmemiştir ihtimal ama tiyatronun, yazara veya Dublörün Dilemması’na iyi bir cevabı olmuş gibi, siz ne düşünüyorsunuz? Bir de yazarı Menteş oyunu seyrettiğinde yarattığı karakterleri sahnede görmeyi nasıl karşıladı, ilk cümleleri ne oldu? 
 
Sercan Özinan: Prömiyerden sonra Murat Menteş ile bir araya geldiğimizde ona, bu roman bence en güzel tiyatroya yakışırdı ve bunu sanırım başardık dediğimde bana katıldığını söyledi. Çünkü hikâye bir tiyatrocunun hikâyesi ve tüm bu öğeler ancak tiyatronun sınırsız yaratıcı gücüyle bir araya gelmeliydi. Benim hissiyatım buydu. Karakterlerden özellikle İbrahim Kurban’ı böyle düşünmediğini, ancak muazzam bir yaratım olduğunu defalarca dile getirdi. Tüm oyuncuları tek tek tebrik etti. Bir yazarı mutlu etmek, ondan güzel sözler duymak gerçekten güzel bir motivasyon. Yazarın tiyatro sanatına bakış açısı da ilginç açıkçası. Belki ona göre hikâyeler samimi gelmiyordu ya da fazlasıyla ‘teatral’ geliyordu. Bilemiyorum. Açıkçası üzerine pek konuşmadık.  
Oyunla ilgili bugüne kadar aldığınız olumlu veyahut olumsuz eleştiriler nelerdir? Veyahut sizin için anısı olan veya etkileyen neler oldu? 
 
Ece Çelikçapa Özinan: Özellikle romanın okur kitlesi tarafında çok övgüyle karşılandı oyun. Bu bizi çok mutlu etti. Hatta oyuncularımızı yakalayıp o karakterlerle sohbet etmek isteyenler oldu. Hayal ettikleri kişiler neticede kanlı canlı bir hale gelmişti. Evet, bir yandan hep bir kaygımız vardı. Oyun yalnızca romanı sevenlere mi hitap edecekti? Neyse ki korktuğumuz başımıza gelmedi. Romanı hiç bilmeyen izleyiciler, fikrine güvendiğim arkadaşlarım çok sevdiler oyunu. 
 
Son zamanlarda ilginize mazhar olan, kitap, albüm, sergi, tiyatro oyunu gibi neler var güzergâhınızda, bizler de nasiplenelim isteriz? 
 
Sercan Özinan: Şu aralar Roald Dahl (Can Yayınları) öyküleri okuyorum. Daha önce ismini duyduğum ancak hiç tanışmadığım bir yazardı. Aşırı keyif alıyorum. Tavsiye ederim. 
 
Ece Çelikçapa Özinan: Ben de bir dijital platformda yayınlanan “The Empress” isimli diziyi takip etmeye başladım. Kesinlikle tavsiye ederim. Bir de unutmadan “The Substance” filmini de şiddetle öneriyorum.  
 
2025 yılı veya gelecek bazlı projelerinizden, kafanızda veya hayalinizde veyahut masanızda olan işlerden, düşüncelerden bizimle paylaşabileceğiniz neler var? 
 
Sercan Özinan: Bizim kafamızda her zaman hayal ettiğimiz projeler mevcut. Hep bir kenarda bekliyorlar. Yarım kalmış hayaller de diyebiliriz buna. O yüzden hangisinden bahsedeceğimi bilmiyorum. Zaman, mekân ve imkân olduğunda tek tek ortaya çıkacaklardır. Ve en önemlisi sağlık elbette… 

Leave A Reply

Your email address will not be published.

File not found.