‘Bizim sanatımız, ferdi de cemiyeti de birlikte kavrayarak Mutlak Güzel’e götürür’

0

SEYYİD AHMET ARVASİ: Bizim sanatımızda, sanatkâr, yaptığına ve yonttuğuna tapınmadan, esir olmadan ve kendini tanrılaştırmadan, kendini aşmaya zorlanmaktadır.
S. Ahmet Arvasi’nin “Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz”, “İnsan ve İnsan Ötesi”, “Türk İslam Ülküsü I” eserlerinden faydalanarak Arvasi’ye İslâm sanatı ile Batı sanatı arasındaki farkları, İslâm sanatındaki tevhit mevzuunu, din ve sanat münasebetini ve güzellik kavramını hayali bir röportajda sordum. İslâm sanatı ile Batı sanatı arasındaki farktan bahsedebilir misiniz? İslâm sanatında, şimdiki modern sanatta müşahede edilen buhranları ve dengesizlikleri bulamazsınız. İslâm sanatı, fânî bir âlemde “Baki olanı”, kesretin kaynaştığı bir dünyada “Tevhidi” aramanın huzuru ve aydınlığı içinde gelişir. Rönesans’la birlikte, yeniden, putperest Yunan sanat geleneğine yönelen Batılı sanatkâr veya onların sanat telâkkilerini paylaşan kimseler, İslâm sanatının objeler, suretler ve hacimler karşısındaki tavrını iyice kavrayamamışlardır; İslâm sanatının temelinde yatan espriyi anlayamamışlardır. “Avrupa, asırlarca İslâm sanatına kapalı kalmıştır. Bunun sebebi, gelip geçen nesillerin, gerçeğe (objektif realiteye) ve akla dayanan Rönesans sanatı ile yetişmiş olmalarıdır. Bu yüzden Batı sanat dünyası, minyatürün gölge, derinlik ve hacim karşısındaki kayıtsızlığını, onun aczine vermiş, satha bağlılığını, gittikçe beliren bir dünya ve sanat görüşünün bir neticesi olarak görememiştir. Batı resmi, Giotto ile satıhtan derinliğe, tecritten gerçeğe (müşahhasa ve şe’niyete) doğru ilerlerken, İslâm minyatürü, ters bir yol tutmuş, derinlikten satha, (müşahhas) gerçekten tecride doğru yükselmiştir… Müslüman nakkaşın gözlerini dış, (müşahhas) gerçeğe kapayarak, şekil vermek istediği iç gerçeğe açmasını, öz bir sanat anlayışının ifadesi olarak kabul etmek lâzımdır. Resimde gördüğümüz bu yükseliş çizgisini, bezemede de görürüz. Önceleri, tabiattaki şekillerine yakın olarak işlenen bitki motifleri, sonraları tabiattaki örneklerine benzeyişi kaybederek bir takım hendesî şekiller almıştır. İslâm sanatı, o kadar gerçekçidir ki tabiat, Avrupa resminde portrelere veya figürlü kompozisyonlara arkalık (fon) olmaktan kurtulup tek başına çerçeve içine girmek için XII. asrı beklerken, minyatürlerle yaşanmış bir gerçek ruh hali olarak sayfaların içine doluvermiştir. İslâm sanatı, abstre, nonfigüratif, subjektif olmak, irreele kaçmak bakımından Batı sanatına öncülük etmiş ise de İslam sanatında, Batı sanatında gördüğümüz, bunalım, huzursuzluk yoktur. İslam sanatı modern olduğu kadar, dengeli ve huzurludur. Kaos yerine “tevhit” şuuru hâkimdir. Batılı sanatkâr, yaratma hamlesine teslim olmak, bu hamle içinde Yaradan’a götürücü işaretler vermek, beşeriyeti yeni estetik mesajlarla Yaratıcı İrade’ye hayran kılmak yerine bizzat Yaratıcı olmak iddiası ile ortaya çıkan ve fakat, bu iddiasını fâniliği, esareti ve güçsüzlüğü sebebi ile gerçekleştiremeyen, isbat edemeyen “mutsuz insan”dır. Tanrı’yı objede aramak “putperestliğin” özelliğidir. Halbuki duyular Yaradan’ı değil, yarattıklarını idrak edebilecek güçtedir.
ÖNE ÇIKAN VİDEO İslâm sanatındaki tevhit mevzuunu biraz daha açabilir miyiz? Mesela bizdeki tevhit şuuruna karşı Batı sanatında bu durum nasıl tezahür ediyor? İslâm sanatında, canlı cansız bütün tabiat, üç boyuttan kurtulmakta, kendi kendinden geçmekte, «tevhid»de fâni olarak sonsuzluğu aramaktadır. Batı’da sanat, eşya ile insan arasında, sübjektif bir münasebet olarak kaldı. Oysa İslâm’da sanat, eşya ile insan arasındaki bu münasebeti, o kadar inceltip yüceltti ki bütün kâinat, içinde yalnız «kelime-i tevhid» ve «kelime-i şahadet» okunan muhteşem bir İslâm mabedine döndü. Bütün âlem, «vahdet»in sırlarını fısıldar duruma geldi. Sanat, din ile birleşti, «seyr-i afaki», «seyr-i enfüsî» ve «seyr-i mutlak» merhalelerini ve tasavvufun sırlarını keşfetmeye başladı. Batı dünyasında sanat, bütün farklı ekollerine rağmen, insanın fert ve cemiyet olarak «bunalım»larını veya «özlem»lerini tabiata bulaştırması tarzında cereyan edecektir. Batı’da klasik sanat, objektif dünyanın bir kopyası biçiminde doğdu; romantizm, objektivizme karşı insanın sübjektif dünyasından doğan zayıf bir tepki oldu. Realizm, objektivizmin, insanın iç dünyasındaki bu kıpırdanışlar üzerine yeniden bir sağanak gibi boşalmasını ifade eder. Empresyonizm ile Batılı sanatkârda sübjektivizm yeni bir isyan çığlığı basar; fovizm, objenin çirkinliği ve vahşiliğini insan idrakine fark ettirmeğe çalışmaktadır. Kübizm, Batılı sanatkârın «üç boyuta» hayranlıktan kolay kolay kurtulamadığını ortaya koydu. Sürrealizm, yine bir yücelme ifade etmedi, eşya ve kalıplara isyan, onları çirkinleştirme tarzında bir intikama dönüştü. Mamafih, Batı sanatında gittikçe sübjektif müdahaleler artmakta; sübjektif, nonfigüratif ve abstre sanat gelişmeleri ile insanın iç dünyası, objektif ve müşahhas münasebetlere iyice meydan okumakta; insanın, eşya dünyasındaki, idraki hapsedici kayıtları kırıp hür bir sanat hamlesine ulaşması ve eşya dünyasındaki esarete isyanı konusu ise, mutlak varlık olan Allah ve O’nun yaratma iradesi karşısında hayranlık duyan insandır. Din ve sanat münasebetinin de bununla bir bağlantısı var mıdır? İslam ile Hristiyanlık arasında bir mukayese yapabilir misiniz? Putperestlerde din ve sanat, âdeta aynı şeydir. Bu duruma müşahhas bir örnek olarak eski Yunanistan verilebilir. Mücerret dinden habersiz, eski Yunan’da Hegel’in dediği gibi “Tanrılık ile insanlık birbiriyle kucaklaşır, birbiriyle karışır: din sanatla, sanat da ibadetle aynı şeydir…” Yunanlının Zevs, Apollon, Athena, Afrodite’nin çizgileri altında taptığı şey insandır: insanın kuvveti, zekâsı ve güzelliğidir”. (Bkz. Alfred Weber, Felsefe Tarihi, Çev: H. Vehbi Eralp, 1949, sf: 322). Batı kültür ve medeniyetinde, eski Yunan’ın bu putperest ruhu, asla unutulmadı ve “İnsan-Tanrılar” birer “köktip” olarak cemiyetin “kollektif gayrı şuurunda” fırsat buldukça açığa çıkmak üzere daima tetikte bekledi. Gerçekte, Batı, Hz. İsa’nın “mücerret dinini” anlamadı, hiçbir zaman “Mutlak Varlık” olarak Allah’a tapınamadı. O, hem Hz. İsa’yı dinledi, hem eski Yunan’ın putperestliğini özledi ve yaşadı. Hegel’e göre, şark için hakikatlerin en mühimi Allah’tır da Hıristiyan Batı için mühim olan “İsa’da gerçekleştirdiği tarzda tanrılık ile insanın birliğidir.” Gerçekten de Batı dünyası kendini, hiçbir zaman putperestlikten kurtaramadı. Fırsat buldukça da bu hüviyetini ortaya koydu. Esasen, Batı’da Rönesans, eski Yunan’da mevcut olan bu ruhun, uzun bir aradan sonra, tekrar Roma’da dirilmesi demektir. Zaten başta Giotot (1266-1337), Leonardo Da Vinci (1452-1519) ve Michelangello Buonarrot: (1475-1564) olmak üzere bütün Rönesans sanatkârları, Hıristiyanlık adına, eski Yunan putperestliğini dirilttiler. Sadece Zevs’in, Apollon’un ve Afrodite’nin adı değişti, “Baba-Oğul ve Meryem” biçiminde yeni “Mukaddes aileler” kuruldu. Böyle olunca, Batı sanatı, İslâm sanatından çok farklı olarak ayrı bir yönde ve karakterde gelişti. Kanaatimizce, Hıristiyan estetiğini, en iyi anlayan ve anlatan Alman Tarihi İdealizminin kurucusu F. Hegeldir. O, klâsik Yunan sanatı ile Hıristiyan sanatını şöyle mukayese eder: (Putperest) Yunan sanatında sembol yerini vasıtasız ifadeye bırakır, fikir tamamı ile şekle bürünür. Fakat bu ulvî ve âdeta insan-üstü sanatın mükemmelliği bile, bir muvaffakiyetsizlik ve noksanlıktır. Fikir, maddeye o kadar tam surette girer ki, nihayet ondan ayrılamaz olur; dış şekle ve fizik güzelliğe feda edilmiş bulunur. Asya sanatının şekilsiz spiritüalizminden daha az esaslı olmayan bu noksanlık, Hıristiyan sanatında tashih ediliyor. Hıristiyanlık sanatı, içinde kaybolduğu görünür âlemden, hakiki vatanı olan ideal sahasına çağırır. İncil’in tesiri altında, güzel fikri, ruhileşir; fizik güzelliğe tapınma, ahlâkî güzelliğe, temizliğe ve kudsîliğe tapınmaya yerini bırakır: Bâkire’nin (Meryem’in) ibadeti, Venüs’ün ibadeti yerine geçer. Hıristiyan sanatı yahut romantik san’at, fizik güzelliği menetmez, fakat bunu, müteal, (aşkın) güzele tabi kılar”. (Bkz. A.Weber, Felsefe Tarihi, H.V. Eralp, sf: 321). Hegel’in söylediklerinden anlaşılacağı üzere, eski Yunan sanatı tamamı ile putperest olduğu halde, Hıristiyan sanatı, filozofun bütün çırpınışlarına rağmen, kendini putperestlikten kurtaramamaktadır. Meselenin asıl enteresan tarafı, Hegel, sanatta idealizmi savunmasına rağmen, fikri ve ruhu şekle tercih eden Asya sanatını da noksan bulmakta ve anlaşıldığına göre, İslâm sanatına tamamen yabancı kalmaktadır ve hatta ondan habersiz gözükmektedir. Oysa: “Puta tapmak, dini sanata bağlayan birleştirici çizgidir. Kendi kendinin şuuruna varmakla din, sanattan ayrılır ve putları fırlatıp atar” diyen Hegel’in, İslâm sanatını tanımasını ne kadar isterdik. (Bkz. a.g.e., sf: 321). Gerçekten de bütün yüce peygamberler putları kırıp atmışlardır, lâkin, bu konuda Şanlı Peygamberimizin mücadelesi, en güzel örnektir. Böyle olduğu içindir de İslâm sanatı, saf, berrak ve mücerret olarak doğdu; her dalda modern sanata öncülük etti. “Din ve sanat münasebetleri”ni kısaca özetlemek gerekirse denebilir ki, putperest, estetik heyecanlarını “objektif âlem”e tevcih ederken, Hıristiyan âlemi, bu klâsik tutuşa tepki olarak romantizmini ortaya koymuş ve objektif âlemi, insana yaklaştırarak eser vermeye çalışmıştır. Oysa İslâm, sanatı, “Allah’ı aramak” olarak tarif eder. İslâm medeniyetinin büyük şairi Necip Fazıl Kısakürek İslâm’ın bu sanat anlayışını şöylece şiirleştirir: “Anladım işi; sanat Allah’ı aramakmış / Mârifet bu, gerisi yalnız çelik, çomakmış.” Biz de meseleyi buraya getirmek istiyorduk. Sanatkâr eserini inşa ederken gerçekte neyi arıyor? Hakikaten de “Mutlak Güzel”i aradığının şuurunda mıdır? İslâm’da “güzellik”, başlı başına bir hakikattir. “Güzellik”, her ne kadar, insan için “izâfî” bir mânâ taşıyorsa da gerçekte “Mutlak Güzel” olan Allah’ın “cemil” ve “cemal” sıfatlarının tecellilerinden ibarettir. Şanlı Peygamberimize göre: “Allah güzeldir ve güzeli sever.” Bu peygamber emrini idrak eden Müslüman sanatkâr, gerçekte “güzeli ararken”, Allah’ı aradığının farkındadır. Bu sebepten o, izâfî ve geçici “form”lara bağlanmaktan ve tapınmaktan özellikle kaçar, kendini “Mutlak Güzel”e götüren mücerred hamlelere sarılır; fâni “sûretler” yerine, ulvî tırmanışlara özlem duyar. Allah, insanı, “hayır ve şerr”in tam orta noktasında yaratmış bulunuyor. İnsan, ya içgüdülerine ve nefsaniyetine boyun bükerek “süfli” olanı, yahut yaradılış gayesine uygun olarak “ulvî” olanı tercih eder. Durum, sanatkâr için de aynıdır. İslâm’a göre, bizzat Allah, “en büyük sanatkâr”dır ve kendindeki “cemal” sıfatı ile her an tecelli etmektedir. Bu açıdan bakınca, kâinat, bir güzellik okyanusudur; insan ise, bu okyanusun üzerinde parlayan ve “en güzel biçimde yaratılmış” olan bir yıldız gibidir. Kâinata ve insana, bir sanatkâr gözü ile bakanlar, onlarda muhteşem “estetik mesajlar” bulacaklardır. Ama, Müslüman sanatkâr, kendini, bu mesajların “sûret”lerine (formlarına) kaptırmaz; bütün bunların arkasında gizlenen “Mutlak Güzel”i bulmaya çalışır. Yüce ve mukaddes kitabımız Kuran-ı Kerim’de, en yüce sanatkâr olarak Cenab-ı Hak, şöyle övülür: “Sûret yapanların en güzeli olan Allah’ın şanı ne yücedir.” (Bkz. El-Mü’minun, âyet: 14). Böylece anlıyoruz ki, Allah, bütün bu geçici şekillerin ve formların içine sayısız “güzellik mesajları” yerleştirirken, gerçekte, yeryüzünde kendine “halife” olarak yarattığı “sanatkâr insan”ı, muhteşem “cemal” sıfatı ile cezbetmeye çalışmaktadır; “izâfî güzellikten Mutlak Güzelliğe” giden yolları işaretlemektedir. Allah, çirkinlikleri sevmez. Yarattığı her şeyde, “güzelleşme kabiliyeti” de vardır. Yaratılmışların en aşağısı olan “çamur” bile, en yüce sanatkârın elinde “en güzel biçimde yaratılan insana dönüşebilir. Bakınız, bu husus, yüce ve mukaddes kitabımızda nasıl açıklanmış bulunuyor: “Yarattığı her şeyi güzel yapan, insanı yaratmaya da çamurdan başlayan O’dur.” (Bkz. Es- Secde Sûresi, âyet: 7). Yaradılış sırrını ve ondaki estetiği, bizzat kendi nefsinde müşahede eden; “kokuşmuş çamurdan en güzel biçime” geçişin en muhteşem örneğini kendinde bulan insanoğlu, şayet sanatkâr olmak iddiasını taşıyacaksa, bu gayreti, en büyük ve en yüce sanatkâr olan Allah’a hayranlıktan öte bir şey ifade etmemelidir. İşte İslâm sanatkârı budur. Müslüman sanatkâr -hâşâ Allah’la yarışmaz, sanatını O’nu sevmeye, anlamaya ve yüceltmeye vakfeder; “izâfî güzellikten Mutlak Güzel’e giden yolu” arar. O, eserine tapınan putperest Greko-Lâtin sanatkârından farklı olarak, yalnız Allah’a yönelir ve O’na kulluk eder. Güzel nedir, güzeli nasıl yakalayabiliriz, güzellik kavramı herkes için farklı mıdır, güzelliği bize tarif edebilir misiniz? İnsanoğlu, yaşadığı âlemde, yalnız “doğruyu” ve “iyiyi” değil, “güzel”i de arar. Bu sebepten estetiğin gerçek konusu “güzellik” ve “çirkinlik”tir. Sanatkarın hedefi “güzel”e ulaşmak ve “çirkin”den uzaklaşmaktır. İnsanlar, “güzel nedir?”, “güzellik nedir?” ve “güzel olana nasıl ulaşılır?” konusunda kolay kolay anlaşamazlar; farklı “ekol”lere bölünürler. Belki bir “pragmatist” için güzel olan “faydalı olandır” da bir “spiritüalist” -mesela H. Bergson için, güzel olan “hayatın menfaat perdesinden sıyrılarak olduğu gibi görünmesidir”. Yine, belki, bir “individüalist” için güzel olan “ferdin cemiyetin esaretine isyanı” demektir de, bir “sosyalist” için bu, “sanatkârların cemiyetin dert ve meseleleri ile bütünleşmesi” olarak düşünülebilir. Öte yandan, güzeli, “objektif” bir değer sanan sanatkâr ile onu, “sübjektif” bir değer sayan sanatkâr için farklı birer “estetik dünyası” teşekkül eder. Hele, “Sanat Allah’ı aramaktır” diyen ve böylece “Mutlak Güzel”i özleyen bir İslâm sanatkârı için güzelliğin bambaşka bir mânâsı vardır. Gerçekten dehâ, “güzellik” karşısında şaşkın ve hayrandır; o, idrakine göre, imanına göre, yaşadığı zaman ve mekânın şartlarına göre, mizacına göre duygulanır durur. Fikir adamları ve filozoflar sormuşlardır: Gerçekten “güzel olan şey”, bizim dışımızda bulunan objektif bir değer midir? Yoksa o, tamamı ile insana mahsus sübjektif bir değer olarak mı düşünülmelidir? Yahut “güzellik”, objektif ve sübjektif değerleri aşan “müteâl” ve “mutlak” bir ideal midir? Biz, bu sorular karşısında kendi tavrımızı ortaya koymadan önce, hemen belirtelim ki, insanoğlu, tabiata ve kâinata bakarak da duygulanabilmekte; orada da “güzel”i bulabilmekte; tabiattaki seslerden, renklerden, hareketlerden, şekillerden ve ahenkten “estetik heyecan”a ulaşabilmektedir. Bunun yanında, asla unutmamak gerekir ki, hiçbir canlı, insan ölçüsünde “estetik heyecan”a ulaşamamakta ve sanatkâr karakterini ortaya koyamamaktadır. Bu durum, konunun sübjektif yapımızla çok geniş mânâda irtibatlı olduğunu isbat eder. Nitekim, estetiği, sübjektif bir kıymet olarak görenler şöyle düşünmektedirler: “Güneş’in batması, bir köylünün aklına, hiç estetik olmayan akşam yemeği düşüncesini getirdiği gibi, bir fizikçinin zihninde de aslında ne güzel ne de çirkin olan ve yalnız doğru veya yanlış olması muhtemel tayf tahlili fikrini uyandırır. Güneş’in ancak düşüncenin iç vaziyetinde, ona sanatkâr gözleri ile bakan için güzeldir. Şu hâlde estetik, ruhiyatın bir bölümünden başka bir şey değildir.” (Bkz. Charles Lalo, Estetik, -Burhan Toprak 2. Baskı, shf: 7). Güzelliği, “müteâl” ve “mutlak” bir kıymet sayan bir İslam sanatkârı içinde o, Allah’ın “cemal” sıfatının lif lif, hücre hücre tabiatın ve kâinatın her noktasına işlenmiş bir “nakış”tır, “ses”tir, “ahenk”tir, “figür”dür, “hareket”tir ve insanoğlu da bu “mesajlar”ı ve “âyetler”i sezmeye, duymaya, yaşamaya ve yakalamaya memur kabiliyetli bir muhataptır. Sanatkâr ise, bu işi en iyi şekilde başaran idrak sahibi kişidir. Tasavvuf dili ile söylersek, sanatkâr, “eserde müessiri”, itibari güzellikleri “mutlak güzeli” arayan ve yakalayan kimsedir. İslâm sanatkârı, bu karakteri ile “güzel”, objektif midir yoksa sübjektif midir? diye düşünen akımların üstünde durmaktadır. O, tabiatta, kâinatta ve insanda “Allah’ın cemal sıfatını” arayarak yol almaktadır. İslâm sanatı ve Batı sanatını mukayese ettiniz. Mevzumuzla ilgisi bakımından bir de şu soruyu sormak istiyoruz: Batılı ressamlar herkesin dilindedir fakat Türk ressamlığını ve Türk ressamlarını gençlerimiz pek fazla bilmez ve tanımaz. Hatta resim sanatı denildi mi direkt Batılı resimler ve ressamlar önümüze sunulur ve okullarda da Batılı resim anlayışı empoze edilir. Bu hususta neler söylemek istersiniz? Şu “Batılılaşma hastalığı”, bizde acayip tiplerin üremesine sebep oldu. Bu tipleri tanırsınız. Bunlar, “ilericilik ve devrimcilik” adına, Batı’dan ne gelirse, iştiyakla bağırlarına basmaya hazırdırlar. O kadar ki, bilfarz, oradan “moda” adı ile kadınların “maksi etek” giyinmelerini ve saçlarını, başlarını örtmelerini gerektiren bir “akım” doğsa, çoluk çocuk demeden bu kılığa girmeyi, “ilericilik ve devrimcilik aşkına”, hemen yerine getirirler de aynı istekler ve emirler “İslâm adına” ortaya konulduğu zaman dehşete kapılırlar. Bu gibilerine, sanat dünyamızda da rastlıyoruz. Bunlar, Batı’da yeni bir “sanat akımı” olarak doğan abstrait, subjectif, non-figuratif eserler karşısında hayranlıklarını, ballandıra ballandıra anlatırlar da Doğu ve İslâm dünyasında bundan asırlarca önce başlatılan ve Avrupa’ya örnek olan bu tip sanat eserlerine sıra gelince menfi tavır alırlar. Peki bizde Batıcıların dediği gibi ressam yok mu? Bizim medeniyetimizde “ressam” terimi yerine “nakkaş” sözü kullanılır. “Nakkaşlar”, yalnız resim ve minyatür yapmazlar’ devrin modasına uygun olarak tezhib” (süsleme) de yaparlar. Camilerdeki, saraylardaki, köşklerdeki, kitaplardaki bütün süslemeler onların ellerinden çıkardı. Osmanlı sarayında her zaman “Cemaat-i Nakkaşan’ı Hâssa” adı ile bir nakkaşlar kadrosu bulunurdu. Bunlar, devletçe himaye edilir; kıdemlerine ve ustalıklarına göre derecelendirilir ve maaşa bağlanırlardı. Ayrıca bu usta nakkaşların yanında, ileride onların yerini alacak bir “şakirdân” zümresi de vardı. Bir “Sernakkaşın” başkanlığında kadrolaşan “nakkaşlar” ve “şakirdân” vazifelerini birbirine devrederek sanat hayatımızda bir devamlılık temin ederlerdi. Osmanlı arşivlerini karıştıranlar bizlerin ne kadar çok nakkaşa sahip olduğumuzu görürler. Öte yandan yazar, İslâm’ın “güzel sanatlar” ve “resim” konusundaki telâkkilerinden de habersizler. İslâm’ın “Sanat anlayışı” Greko-Lâtin sanatından çok farklıdır. İslâm’ı, bu telâkkisinden ötürü suçlamak, Piccaso’yu “niçin Giotto gibi resim yapmamaktadır?” diye suçlamaktan farksızdır. İslâm’ın mücerredi müşahhasa, sübjektifi objektife, non-figürasyonu figüratife, irreeli reele tercih etmesi, yepyeni bir sanat anlayışıdır ve bu yönü ile orijinaldir. İslâm sanatkârından nasıl Greko-Lâtin politeizminden kaynaklanan sanat eserlerinin benzerleri istenebilir? Bunu göremeyince de nasıl İslâm sanatı ve sanatkârı inkâr edilebilir, hayret ediyoruz! Allah Resulü canlı hayvan ve insan suretlerine izin vermezdi. Şimdi yapılmasındaki hikmet nedir? Artık putperestlik tehlikesi kalmadı kanaatiyle, birçok İslâm cemiyetinde, “tâzim maksadı” olmaksızın ve albümlerde saklanmak üzere resim yapıldığına şahit olmaktayız. Birçok ülkede sultanlar, emirler kendi “portrelerini” yaptırmış, önemli günleri yad etmek üzere, “mühim hadiseleri” minyatürlerle ifade ettirmişlerdir. Ancak, bu kabil resimler, duvarlara asılmak yerine, albümlerde ve kitap sayfalarında birer hatıra olarak kalmış duvarlar, güzel hatlarla ve mücerred motiflerle süslenmiştir. Üstelik bu konuda, her biri bir otorite olan Osmanlı Ehl-i Sünnet uleması, sessiz kalmış ve hatta müsamahakâr davranmıştır. Peki, Müslümanın mücerret eserleri var mıdır? İslâm ölçülerine bağlı kaldığı müddetçe, asla Greko-Lâtin tipinde heykel yapmayan Müslüman sanatkâr, yeri gelince, bu konuda da en mücerred eserler verebilmiştir. Klâsik bir Osmanlı mezarlığını gezenler ve dikkatle inceleyenler, mezar taşlarına bakarak “kadın” ve “erkek” kabirlerini ayırabilirler. Mezar taşını (ki, çok defa mermerdir) yontan sanatkârlar, kadının yumuşak, yuvarlak ve ince hatları ile erkeğin sert, keskin ve kalın hatlarını tecrid ederek mermere işlerlerken, gerçekten mücerredi arayan ve bulan kimseler olduklarını ortaya koymuşlardır. Başka milletlerin sanatına hayranlık duyulması normal midir ve kopya edilebilir mi? Sanatta, şahsiyet ve üslup esastır. Picasso’dan Rafael’in sanat ve üslubunu istemeyeceğimiz gibi Türk-İslâm kültür ve medeniyetinden de kendi sanat ve estetik telakkilerinin aksine şahsiyetine aykırı düşen sanat ve üslûplara uygun eser ve hamleler istenemez. Bu istenirse ne olur? Sanatta ve estetikte hiç istenmeyen bir durum ortaya çıkar. Sanatta kopyaya, taklitçiliğe, röprodüksiyona, şahsiyetsizliğe ve üslupsuzluğa düşülür. Başka millet ve kültürlerin sanatı karşısında heyecan ve hayranlık duyulması normaldir, fakat bunlar kopya edilmez, taklit edilmez. Bu, büyük bir sanatkârın, diğer büyük bir sanatkârın eserini beğenmesi ve takdir etmesi yanında, onu asla taklit etmeyi düşünmemesi gibi ele alınmalıdır. Tıpkı bunun gibi, Türk milletinden ve Türk sanatkârından, şu veya bu kültür ve medeniyetin anladığı tarzda, resim, heykel, beste, bina… yapması istenemez. Sanat «âlemşümul güzel»i aramakla birlikte milliyetçi ve şahsiyetçidir. Bir sanat eserinde daima şu üç imza, bir arada bulunmalıdır. Sanatkârın şahsiyet ve üslubu, milli kültür ve medeniyetin rengi ve damgası, çağı hayran bırakan ölçü, teknik ve incelik. Türk-İslâm sanatında, tabiattaki obje ve ilişkiler taklit edilmez. Varlığın bağrına serpiştirilmiş ve her anın yeniliğinde yakıcı soluğunu hissettiğimiz «yaratıcı irade»nin obje ve olaylardaki «formu törpüleyen» ve hiçbir varlığı ve formu kararınca bırakmayan, onları devamlı bir yenileşme içinde tutarak «yaratma hamlesi»nin içinde eriten, sonsuz, tükenmez ve mücerret «tevhidin sırrı»nı yakalamak gayreti vardır, Türk-İslâm sanatında. Bütün obje, varlık ve olayları, bir fotoğraf gibi dondurarak katılaştıran Batılı sanatkâr, kendine bir çıkış kapısı ararken ve bizim Türk-İslâm kültür ve medeniyetimize yabancılaşmış «sanatçılar», hangi kapıları çalıyorlar? İslam sanatında kaos yerine “tevhit” şuuru hâkimdir demiştiniz. Yine Batı sanatı için de Tanrı’yı objede aramak “putperestliğin” özelliğidir demiştiniz. Bunun sanatkâr planına baktığımızda her biri kendi inancı ve dünya görüşünü de eserine yansıtıyor olmalı ki, biri tevhit şuuruyla hareket ederken bir diğeri taşa tapınma ihtiyacıyla hareket ediyor. Elbette sanatkârın eserine «dünya görüşü» de yansır. Çünkü, o, samimiyetle kafasını ve gönlünün sesini duyurmak istemektedir. Nitekim Türk-İslâm kültür ve medeniyeti içinde yetişen sanatkârlar, eser verirken bir Türk gibi, bir Müslüman gibi hareket ederek «âlemşümul güzel»i aramışlardır, İslâm’da âlemşümul güzel, «Mutlak Güzel» olan Allah’tır. Bizim sanatımız, insanımızın içgüdülerini sömürmez, onlardan insanın şuur ve iradesine giden yolu açar. İnsanın şuur ve iradesinde akıp duran yaratıcı ânı kovalar. Rengin, sesin, şeklin, hareketin, çizginin, üç boyutun sanatını yaparken, o hep bu gayretin içindedir. Bizim sanatımızda, insan, yaratıcı ve mücerret hamlenin kucağına itilmekte, bu noktada sanat, din ile kaynaşarak Allah’a doğru yücelişi ifade etmektedir. Bizim sanatımızda, sanatkâr, yaptığına ve yonttuğuna tapınmadan, esir olmadan ve kendini tanrılaştırmadan, kendini aşmaya zorlanmaktadır. Bizim sanatımız, ferdi de, cemiyeti de birlikte kavrayarak “Mutlak Güzel”e götürür. Peki Batı sanatının bugünkü vaziyeti nedir? Batı sanatı, henüz İslâm sanatının çok uzağındadır. Batı sanatı bunalımlıdır, huzursuzdur, bir madde dengesinin ötesinde ruhi bir perişanlık ifade etmektedir. Bugün Batı sanatı, Grek ve Roma putperestliği dönemi ile birlikte içine yuvarlandığı manevi çöküntü devrinin bunalımlarını bir arada vermeye çalışmaktadır. Ancak, bu durumda Batı, İslâm sanatına olan hayranlığını gizleyememekte ve fakat onu anlayamamaktadır. Picasso, el-Hamra Sarayı karşısında hayranlığını ortaya koymakta ve fakat onu inşa eden ruhu kavrayamamaktadır. Türk-İslâm medeniyetinin doğurduğu ve yoğurduğu sanat, bundan asırlarca önce bile, modern sanat akımlarına öncülük edecek bir anlayış ve seviyeyi temsil ediyordu. «Modern sanat», abstre, nonfigüratif, sübjektif ve tabiatın taklidinden uzaklaşan karakteri ile adeta bizim sanatımıza yaklaşmak istemektedir. Selçuklu ve Osmanlı devirlerindeki Türk sanat eserleri, hatta bugün dahi, halkımızın ortaya koyduğu sanat eserleri (kilimleri, halıları, nakışları, tarihi yazısı, çinisi, tezyinatı, mezar taşları, şiiri, masalı…) abstrenin, tabiatın kopyasından sakınmanın, sübjektifliğin, hareket ve esnekliğin bütün temellerini taşır. Türk ve İslâm sanatından bilerek yapılmış, irreel ve fantazyaya kaçan unsurlar üzerinde yeniden düşünmemiz gerekir. Son olarak şunu sormak istiyorum. Bugün kendi sanatımız diyebileceğimiz bir vaziyet yok ortada. Çünkü kendi hazinemizin varlığını unuttuk. Onu tekrar dışarı çıkarabilecek bir şuur da yok. Ne eksiğimiz var ve bu hususta günümüz Müslüman sanatkârına ne önerirsiniz? Türk-İslâm medeniyetinden süzülüp gelen değerli ve çağın sanat anlayışına dahi öncülük edebilecek karakterdeki sanatımızı ve sanat anlayışımızı aşağılık duygularına kapılarak-Greko-Latin kültür ve medeniyetine kapılarak asla feda edilmemeli. Çağdaş Batı, bizim sanatımıza ve tarihi sanat anlayışımıza hayranlık duyarken, bizler, medeniyet değiştiriyoruz kompleksine kapılarak, sanatımızın mücerret, sade, sübjektif ve bilinerek yapılmış «irreel» ve fantazi yönünü, politeizmden doğan Greko-Lâtin sanatının müşahhas, huzursuz ve objektif karakterine kurban edemeyiz. Bu hem yazık hem ayıp olur. Türk-İslâm medeniyetinden doğan sanat eserleri, çağdaş sanata ve insanın iç dünyasına, Greko-Latin sanatından daha yakın durmaktadır. Her millet, üzerinde yaşadığı vatanın ve içinden geçtiği zamanın bütün renk, ses, şekil, hareket ve nispetler halindeki keyfiyetlerini hem fert hem cemiyet planında yaşayarak orijinal terkiplere ve eserlere ulaşmış bulunmaktadır. Milli estetik, böyle doğar. Halk bu estetiğin zeminini hazırlar, dehâlar, bu milli ham maddeyi, çağdaş ölçülerin milli ve mukaddes değerlerin imbiğinden geçirerek, kendi şahsiyetleri ve üslupları içinde “sanat dünyası”na sunarlar. Bütün dâhiler, kendi milletini, “çağdaş seviye”de temsil eden kişiler arasından çıkar. Deha, milletinin değerlerini temsil eder, bu değerlerden güç alır, ancak ona yepyeni bir terkip ve hayran kalınacak bir seviye kazandırır. O memleketin taşlarını Türk Milli şuuru ve İslâm imarı ile yoğuran bir Mimar Sinan gibi çalışır ve netice alır. Bir milletin aydını ve halkı, aynı sanat değerlerinde toplanmalıdır. Milli sanatın ham maddesinde aydın ve halkın ortaklığı esastır, ancak aydınlar, milli sanatın ham maddesini işleyerek çağdaş vasıta ve ölçülere göre değerlendirerek Türk-İslâm zevkinin ve sanatının abideleri halinde sunmalıdır. İslâm ve Türk tarihleri bizim için gayet güçlü birer hazinedir. Peygamberlerin, Sahabînin, tasavvuf büyüklerinin muhteşem yaşayışları, hayatları, menkıbeleri… büyük bir sanatkâr için çok bereketli kaynaklardır. Öte yandan Türk tarihinin yetiştirdiği kahramanlar, gaziler, verdiği şehitler, bunlara ait gerçek hayat hikâyeleri, menkıbeler, Türk-İslâm yaşayışını yansıtan tablolar, Dede Korkut masalları, Oğuz destanları, hikâye ve masallarımız hep işlenmeyi beklemektedir. Sanatkâr bugün içinde bulunduğumuz dert ve meselelerimizi konu edinirken bile güçlü bir tarih kültürüne, kendi cemiyetini ve beşeriyeti kavrayan hazmedilmiş bir sosyoloji ve psikoloji kültürüne, zengin bir zihnî ve fikrî tecrübeye malik olmak zorundadır. Aylık Baran Dergisi 26. Sayı, Nisan 2024

Leave A Reply

Your email address will not be published.

File not found.