Dini hayatın çerçevesi bu kavramlarla çizildi
Fikriyat yazarı Prof.Dr. Ekrem Demirli, ʺMi’ractan Arda Kalan: Dinî Hayatın Çerçevesi Mi’ractaki Kavramlarla Çizilmiştir!ʺ başlıklı köşe yazısı ile Miraç Kandili’nin önemine dikkat çekti. (Takvim.com.tr foto arşiv)Demirli’nin yazısından öne çıkanlar şu şekilde:
Kur’ân-ı Kerîm’de hadiseye atıf yapan sûrenin bulunması, isrâ ile mi’rac hakkındaki izahatın orada verileceği anlamına gelmemiştir. Müslüman bilginlerin mi’rac tasavvuru, sadece Hz. Peygamber’inkinden değil, Hz. Mûsâ’nın Tûr-ı Sînâ tecrübesi, Hz. İbrahim’in ateşteki halleri, Hz. İsâ’nın doğumu veya sonraki hallerinde Allah’a hitabı, Hz. Yûnus’un balık karnındaki hali vb. birçok farklı örnekten gelen bilgi parçalarıyla oluşmuştur. Mi’rac -ve isrâ- gerçekte vahyin özel bir tarzı, belki de en özel tarzıdır. Hz. Peygambere gelen vahye mukabil bu kez Peygamber âyetleri görmek üzere vahyin kaynağına götürülmüştür. Bu anlamıyla mi’rac, Hz. Peygamber’in Allah ile ilişkisinin özel anlarından biriyken İslâm’ın tevhid ilkesinin gereğiyle de bütün müminlerin bu halden nasibini hatırlamak gerekir. Mi’rac, Hz. Peygamber’in bilfiil; müminlerin ise en genel anlamıyla ‘iman’ yoluyla bazen ise ibadet ve halle iştirak ettikleri bir lütuf halidir.Metafizikçiler mi’raca bu özel hal üzerinden bakar ve “Benim Allah ile özel bir vaktim vardır” hadîs-i şerifini dikkate alarak birçok mi’rac halinden söz ederler. Bu itibarla mi’racı hatırlarken odaklanılması gereken husus, bilgi ve idrakteki mutlak kesinlik, insan ruhunun sınırsız boyutları, aklın nihai yetkinliği, insanın Tanrı hakkındaki bilgisinin varabileceği nokta, kısacası marifetin ve imanın en kesin hali olmuştur.Hal böyle olunca mi’rac, İslâm’da dinî hayatın genel çerçevesini belirlemiş, onun ana kavramlarını oluşturmuş, yüksek düşünce metinlerinde en sık atıf yapılan hadiselerden biri olmuştur. Hz. Peygamber’in “Namaz müminin mi’racıdır” hadîs-i şerifi bu bakış açısının zeminini teşkil eden ilke olmalıdır. Metafizikçiler için mi’rac (terakki, tecerrüd) sudûr teorisi üzerinden izah edilen evrensel-kozmik bir yolculuktur. Onlar, insanın zihnen yükselerek (ki buna aklîleşme, yöntemine ise maddi olan her şeyden arınma ve tecerrüd etme derler) Mutlak Hakikat hakkında kesin bilgiye erebileceğini filozoflardan öğrenmişlerdi. Gerçi metafizikçiler, nübüvvete iman etmemiş olanların böyle bir yolculuğu yapabileceklerine inanmıyorlardı fakat düşünce tarihinde bu terakkinin konuşulduğunu biliyorlardı. Bu bağlamda insan nefsinin var olma sürecini anlatan nüzûl (iniş) ile yetkinleşme sürecini anlatan mi’rac ve yükseliş, gerçekte metafizikçiler tarafından birbirini ikmal eden iki süreç kabul edilmiş, insan zihninin bu süreçte kemâle erebileceğini kabul ederek mi’racı bir tür zihinsel yetkinleşme olarak yorumlamışlardı. Sûfîler ise mi’racı, Hz. Peygamber için mutlaka gerçekleşmiş bir hadise olarak görürken büyük ârifler için ise gerçekleşebilecek bir hadise olarak kabul etmiş, bilginin kesinliğini bu sürece dayandırmışlardı. Onların tasavvurunda mi’rac, keyfiyeti ve türleri değişse bile Allah hakkındaki bilginin nihai kesinliğe ulaştığı özel halin veya sürecin ismi olmuştur. Hal böyle olunca dinî hayatın temel kavramları, özellikle de Tanrı ve insan ilişkisini, tevhidi, fenâyı, vuslatı ve ilâhî sevgiyi anlatan kavramlar mi’rac hadisesinden istinbat edilmiştir.Her şeyden önce ‘mi’rac-urûc, terakki’ gibi kelimeler, dindarlığın ve ahlâkın yöntemini anlatan kavramlar olarak kabul edilmiştir. O halde mi’rac en genel anlamıyla Allah’a doğru yolculuğun yani kurbiyetin özel isimlerinden biri olarak dinî hayatın ta kendisidir. Bu süreçte âyet-i kerîmede geçen ‘isrâ’ tabirinin özel kullanımı dikkat çekicidir: “…Kulunu geceleyin yürüten Allah münezzehtir” (İsrâ, 1). Burada geçen “yürütme” fiilinde Hz. Peygamber edilgen, Allah ise gizli özne olarak zikredilir. Zaten bütün hadiselerde hakikat böyle tecelli etmez mi? Allah’a yolculuk, insanın iradesi ve gücüyle değil -sûfîlerin, filozoflardan ayrıştıkları temel noktalardan biri budur- ilâhî inayet ve iradeyle gerçekleşebilecek lütuflar sürecidir. Allah “kulunu yürüttü” demiştir. Bunun anlamı, Allah kendisine yaklaşacak olanları iradelerinden arındırarak ilâhî iradeyle götürür demektir. Hz. Mûsâ’nın Tûr-ı Sînâ mi’racındaki “hal’u’n-na’leyn” (Tâhâ, 12) hitabı yani beşerî varlığından arınmasıyla ilâhî nidayı duyması arasındaki ilişki bu şekilde kurulur:
Ancak benliğinden arınmış olanlar görebilir, duyabilir. Hz. Peygamber bu süreçte bir binek ile taşınmıştır ki bu da iradenin terkiyle ilgilidir. Hz. Peygamber taşındığı bineği “attan küçük ve katırdan büyük” diye betimlemiştir. Ahlâkçılar buradan hareketle binek meselesini ele almış, insanı Allah’a taşıyan bineğin amel-i sâlih veya ahlâk, imanın en güçlü halinde ise aşk olduğunu kabul etmişlerdi. İnsan, Allah’a amelle giderse ‘yürüyen’, ahlâkla giderse ‘binekli’, aşk yoluyla giderse de ‘kanatlanan’ sayılır. Mi’racta Cebrâil Hz. Peygamber’e eşlik etmiş, ona yolculukta rehberlik ederek onu sidre-i müntehâya taşımış, bundan sonrasında ise Hz. Peygamber ilâhî huzura yalnız varmıştır. Meselenin bu kısmı, metafizikçilerin mutlak ferdiyet yani Allah-insan ilişkisinin üzerine kurulu olduğu tam yalnızlık halini izah etmek için yorumladıkları konuyu ortaya çıkartır. Allah’a yapayalnız, yani mutlak teklikle varılır, tevhid bu şekilde insanda tam teklik halini oluşturmakla nihai kemâline erer. Böylece metafizikçilerin söylediği gibi “Bir’i bir bilebilir” ve Bağdatlı Cüneyd’in dediği gibi “Kişi, önce kendi birliğine (ferdâniyet) ulaşmadan tevhidi idrak edemez.” Rivayete göre Cebrâil, Hz. Peygamber’e sidre-i müntehâda “Bundan sonra sen yalnız gideceksin, ben adım atarsam yanarım” demiştir. Bu rivayet Hz. Peygamber’in Cebrâil’den üstünlüğü anlamında yorumlanmış olsa bile metafizikçiler burada ‘vech-i has’ yani Hak ile insan arasındaki özel ciheti/yönü keşfetmişlerdir: Her varlığın, Hak ile arasında özel bir yön vardır ve bu yön, sadece o varlığa mahsustur, başkası ona dahil olamaz. Bireyselliği ve biricikliği anlatan en nefis ifade budur.Peki burada ne olmuştur? Doğrusu bu konuda da birçok yorum ortaya çıkmışsa da bunlardan varlığın gayesinin gerçekleştiği yorumunu esas alarak açıklamaya gitmek, bizi bir çelişkiye düşürmeyecektir. İnsanın nihai amacı, Mutlak’ı tam olarak idrak etmek, varlığın gayesi de kenz-i mahfînin (gizli hazine) bilinmesi ise mi’racta bunun tam olarak idrak edildiğini söylemek gerekir. Mi’raçta Hz. Peygamber’in rü’yete mazhar olduğu kabul edilir, en azından metafizikçi düşünürler böyle söyler. Bu ne anlamda bir görmedir diye sorsak, elimizdeki bilgilerle onu anlamak mümkün değildir fakat dinin meşruiyeti, buradaki kesinlikle nihai maksadına ulaşır. Hz. Peygamber’in burada Allah’a yakınlığı, âyet-i kerîmede “kâbe kavseyni ev ednâ (iki yay kadar ya da daha yakın)” (Necm, 9) tabiriyle anlatılır. Burası, Hz. Peygamber’in Allah karşısındaki makamıdır. Buna insanın iştiraki ise “şah damarından daha yakın” (Kâf, 16) haliyle gerçekleşir. Böylece Hz. Peygamber “şah damarından yakın olana”, “daha da yakın” makamıyla mukabele edince, varlık gayesine ermiştir.Binaenaleyh mi’rac, Müslüman bilgi geleneklerinde bilgi anlayışının kurucu ilkesini oluşturan “Hakikat sabittir ve bilgi kesinleşmiştir” ifadesinin referansı olarak okunur: Hakikat Allah’tır, O’nu bilen ise Hz. Peygamber’dir. Bir’i bir bilmiş, böylece varoluş gayesine ermiş, daire tamamlanmış ve gerçekte kıyamet kopmuştur.