Geçen Gün: Bir şehir ve iki kişi
KAYNAKBetül Memiş / Cnnturk.com“Bosna ya da Belfast’ta kültür, yalnızca kasetçalarınızda dinlediğiniz şey değil, uğruna öldür(ül)düğünüz şeydir.” İrlanda asıllı İngiliz akademisyen, yazar, edebiyat ve kültür teorileri uzmanı Terry Eagleton’ın bir cümlede özetlediği mesele… Bugün yaşadığımız dünya ve coğrafya itibariyle akıllara, “İnsanın ‘kökleriyle’ ilişkisi, hangi aralıkta bir siyasal ifade biçimine dönüşür?” sorusunu getiriyor. Bir zamanların konsensüs zemini olarak görülen şey(ler)i artık çatışma alanına dönüştürülmüş durumda… O vakit, sosyologların şu tanımı manidar; çözümün bir parçası olan kültür, sorunun bir parçası haline gelmiştir. Bu aralar gündemin matrix’ine kapılmayıp / takılmayıp Eagleton’ın (Ayrıntı Yayınları – Özge Çelik / Kutlu Tunca çevirileri) “Kültür Yorumları”, “Hayatın Anlamı” ve (Sel Yayınları – Osman Akınhay çevirisi) “Azizler ve Âlimleri” kitaplarına göz gezdirmenizi salık veririm.Bu ay rotamıza düşen güzelliklerden bir tanesine geldi sıra; üşenmeyip kulak verin!Bu bir konser mi? / Dans gösterisi mi? / Oyun mu? / Performans mı? / Hiçbiri. / Hepsi. Bir şehir. Ve iki kişi. Birbirleriyle sürekli karşılaşan, geçişen, çarpışan, ama birbirlerini gerçek anlamda hiçbir zaman görmeyen iki kişi. Dünyaya karşı iki kişi. Şehrin içinde hareket ediyorlar. Ezilmemeye çalışıyorlar. Şehirle başa çıkmaya çalışıyorlar. Herkes onlara karşı, onlar tek başına. Kâh seksen yaşındalar, kâh on sekiz. Bir bakmışsın mağdur durumdalar, bir de bakmışsın suçluluk duygusu içlerini kemiriyor.Biz tanıyoruz onları. Onlar da bizi tanıyor. Şehir değişiyor. Şehir sürekli farklı rotalar çiziyor. Şehir onları itip kakıyor. Diğer insanlar, şehirle bir olmuş, sürüklüyorlar onları. Her an başka bir tehdit altındalar. Sesler sarmalıyor hepsini. Kâh rahatsız edici bir kakofoni, kâh büyüleyici bir sükûnet. Kâh bir gürültü yumağı, kâh bir müzik. Ama aslında şehir de onlar, diğer insanlar da. Yani aslında ne kendilerinden başka bir şehir var, ne de kendilerinden başka diğer insanlar. Var olan sadece onlar. Yüzlerce, binlerce kendileri. Endişe dolu bir sevgi hikâyesi bu…Beykoz Kundura’nın efsunlu mekânında seyrine düştüğüm, Kundura Sahne’nin yapımcılığını üstlendiği, Kerem Kurdoğlu’nun yazıp Naz Erayda ile birlikte yönettiği bu hikâyenin adı “Geçen Gün”… “Çoğunluk”, “Nefesim Kesilene Kadar”, “Rüzgârda Salınan Nilüfer” filmlerinden tanıdığımız oyuncu, yönetmen Esme Madra ile “Sivas”, “Cemil Şov”, “Karanlık Gece” filmlerinin oyuncusu Ozan Çelik’in rol aldığı “Geçen Gün”de, şehir atıklarından ürettikleri enstrümanlarla şaşırtıcı performanslara imza atan Tophane Noise Band de müzikleriyle eşlik ediyor.Çıplak Ayaklar Stüdyosu’nun uygulayıcı yapımcılığında hazırlanan 70 dakikalık bu performansın sahne arkası emekçilerine gelirsek de: Hareket tasarımı Maral Ceranoğlu ile Mihran Tomasyan, ses tasarımı Tophane Noise Band (Serkan Aka, Mihran Tomasyan, Selim Cizdan, Ufuk Fakıoğlu), sahne tasarımı Kerem Kurdoğlu, Serkan Aka, ışık tasarımı Utku Kara, ses uygulaması Defne Gül ile Berkant ‘Doktor’ Kılıçkap ve yönetmen yardımcısı Ekin Deniz Görk.“Geçen Gün”ü, 13-20-24 Mart’ta, Beykoz Kundura’da dikize yatabilirsiniz. Ama dilerseniz, gelin oyun öncesi “Geçen Gün”ün yaratıcıları ve benim de 90’lardan bugüne takibinde olduğum Naz Erayda ve Kerem Kurdoğlu ile gerçekleştirdiğimiz söyleşinin rotasına düşelim! (Es notu: Oyun fotoğrafları Canberk Ulusan’a ait.)
“Bu bir konser mi oyun mu performans mı?” · İzninizle sondan başlamak isterim… Fransız filozof Maurice Merleau-Ponty, “Sanat, duyguların belirsizliği ve ifadesizliği anlamında, duygu özgürlüğünün deneyimlenmesidir ve dünyanın bizimle olan diyalogudur” tanımını yaparken; sanat eleştirmeni, yazar Eleanor Heartney, “Sanat, duygu, düşünce ve deneyimi bir araya getirerek bize derin bir anlam ve anlayış sunar” der; çağdaş performans sanatı konusunda uzmanlaşmış eleştirmen, yazar RoseLee Goldberg ise, “Sanatçılar, performanslarıyla zamanın ve mekânın sınırlarını zorlarlar, yeni anlamlar ve deneyimler yaratırlar” diyerek perspektife sanatçıları da ekler. Bu üç usta ismin tanımlarının yamacında, bugün yaşadığımız dünya gidişatına bakınca; sizin, “2023 Z Raporu”nuzdan ne çıkar? Ve Türkiye sanatına / tiyatrosuna dair 2024 yılı (kısa ve uzun vadede) öngörünüz ne olur?Naz Erayda: Güçlü örnekler verdiniz. Bence de sanat halüsinasyon görmektir ve duyarlılık yaratır. Ben özgürlükçü bir akış içinde arayışını sürdüren bir sanat anlayışına inanıyorum. Tiyatro ve performans alanında çok anlamlılık, açık biçim, boş alan, disiplinlerarası alan gibi kavramlar, uzam, zaman, beden ilişkisi önemli. 1980’lerin sonlarında İstanbul’da alternatif tiyatro hareketini oluşturan toplulukların belirleyici özelliklerinden bazıları, örgütlenme modelleri, kolektif çalışma ve mekân anlayışları, üretim modelinin her projenin ihtiyacına göre değişen farklı bir yol izlemesi, metnin ve karakterin parçalanması, gösterilerin çok katmanlı epizodik yapılar oluşturması, bitmemişlik, sürekli bir oluşum içinde bütünü görebilmek, değiştirebilmek, geliştirebilmek kaygısı, hem eğitimde hem rol çıkarmada çok önemli bir yöntem olan doğaçlamanın kullanılması olarak sıralanabilir. Bu topluluklardan her birinin kendi özgün dilini oluşturmaya çalışması da bir başka ortak özellik. Bugün tiyatroyu edebiyatın uzantısı olarak görmeyen sanatçıların sayısı giderek azalsa da, neyse ki seyircisi için de sanatçısı için de giderek artan bir ihtiyaçla yerleşik tiyatro anlayışının dışında, yeni bakış açıları ve akıl yürütme biçimleri geliştirmek, seyircinin seyir alışkanlıklarını değiştirmek kararlılığıyla çalışmalarını sürdüren, yeni bir arayışa yönelenler var hâlâ. Özgürlükçü, araştırmacı, yenilikçi, risk alan bağımsız sanatçılar ve bu anlayışla işler üreten sanatçılara yer açan kurumların çoğalması bu alanın gelişmesine destek olur, umarım bu konuyla ilgilenmek isteyenler çoğalır. “Geçen Gün”ün yapımcısı olan, yenilikçi çağdaş toplulukların ve sanatçıların bir araya gelip çalışarak işlerini gösterebildikleri, tartışabildikleri, konforlu, boş bir alan oluşturan, seyircisi, sanatçısı, eleştirmeni arasında yeni bir diyalog imkânı yaratan Beykoz Kundura Sahne’nin yolculuğunun da uzun olmasını umarım.Kerem Kurdoğlu: Ben sanatın ne olduğuna ve neye yaradığına dair düşünürken, oldukça alçak gönüllü ve iddiasız cümleler kurmayı tercih eder oldum. Bana bu soruyu üniversitedeyken sorsaydınız, cevap çok net ve basitti: Halkı bilinçlendirip, devrim yapacaktık. Sonra tüm dünyada modernizm çöktü, aydınlanma düşüncesi itibar kaybetti, eş zamanlı olarak Türkiye’de de 12 Eylül darbesi oldu, sonuç olarak o devrimi yapamadık. O sıralarda, “şimdi biz niçin tiyatro yapıyoruz?” sorusuyla cebelleşirken, Naz’ın da (yukarıda) paylaştığı bakış açısı beni çok etkiledi: “Biz duyarlılık yaratıyoruz.” Kendi varlığımı ve yaptıklarımı daha alçakgönüllü bir şekilde değerlendirmeye ve bunu yeterli bulmaya başladım. O nedenle, sorduğunuz soruya çok basit bir cevap vermek isterim: Biz, yapmaktan çok hoşlandığımız bir şeyi yapıyoruz; yaptıklarımızın başka insanlar tarafından görülmeye ve izlenmeye değer bulunmasını umuyoruz. Paylaştığımız çalışmalar, yeni algılama biçimleri yaratabildiğinde de, mutlu oluyoruz. 2023 Z raporuna gelince; ana akım dışındaki tüm sanat oluşumları için koşullar her zaman olumsuz olmuştur ve öyle olmaya devam ediyor. O bakımdan bir değişiklik yok. Buna rağmen, bütün o olumsuz koşullar içinden çok değerli çalışmalar çıkmaya devam ediyor. Önemli olan odur diye düşünüyorum. Bizim açımızdan da 2023 yılı, içimize çok sinen bir çalışmamızın seyirci karşısına çıktığı yıl oldu: “Geçen Gün”. Umarım 2024 de öyle olur.· Kumpanya Tiyatrosu’nun 1991’den 2006’ya kadar süren yolculuğundan sonrası pek çok işte, projede yer aldınız; hatta 2002’de “Ne Bileyim Kafam Karıştı” adlı kitabınızı hatırlıyorum 10 yıllık bir derleme; Türkiye gibi arşivi eksik bir coğrafyaya ilaç niyetine… “Everest My Lord”, “Vınnlamanın Binbir Yolu”, “Kim O” gibi görme ve algılama biçimlerini başka bir jargondan okutarak, hatta o döneme öncülük yapan Kumpanya’nın yaratıcıları sizleri yeniden, beraber bir hikâyede görmek, açıkçası seyircilerinizden biri olarak -benim için- çok keyifli ve eğlenceli…Naz Erayda: Evet, özellikle tiyatro, dans, performans alanındaki arşiv konusunda haklısınız. Bu nedenle, Salt’ın Eylül 2022 ile Şubat 2023 arasında, Amira Akbıyıkoğlu küratörlüğünde, İstanbul Beyoğlu’nda gerçekleştirdiği “Sahnede 90’lar” sergisi, özellikle 90’larda ve 2000’lerin başında tiyatro ve performans alanında yapılan yenilikçi, çoğulcu, özgürlükçü işleri arşivleyerek meraklısına ulaştırması nedeniyle çok önemli bulduğum bir çalışma. O sergiden bir kesit, şu anda Hamburg’da devam ediyor. Esen Çamurdan’ın kurucusu olduğu Tiyatro Vakfı’nın arşiv çalışmaları ve 2021’de birkaç kurumun desteğiyle yapılan “Kulis: Bir Tiyatro Belleği, Hagop Ayvaz” sergisi de çok önemli çalışmalar. Kumpanya’nın 1991-2002 arasındaki çalışmalarını belgelediğimiz kitap “Ne Bileyim Kafam Karıştı?” proje çalışmalarımız sırasında benim küçük bir notu, bir eskizi, nesneleri, her şeyi biriktirerek arşiv oluşturma tutkum nedeniyle ve bize inanan arkadaşlarımızın desteğiyle ortaya çıkmıştı. Umarım araştırma yapanlar için iyi bir kaynak olmuştur. Daha sonra yaptığımız öteki işlerin arşivi de oluşuyor bir yandan, onları da bir kitapta bir araya getirmek istiyoruz.· Gelelim “Geçen Gün”e ve ikinizle Kundura Sahne’yi bir araya getiren bu hikâyenin arka planına; sahnede canlandırmaya heves ettiren etmenler nelerdi, bu süreçteki hemhalinizi ve hissiyatınızı anlatır mısınız?Naz Erayda: “Geçen Gün”ün ateşleyicisi Mihran Tomasyan oldu. Hem uygulayıcı yapımcımız, hem Tophane Noise Band (TNB)’ın ses üreten kurucu üyelerinden biri, hem oyuncu / dansçı hem de hareket tasarımcılarından biri olarak oyunun her alanında var. Yaklaşık bir buçuk yıl önce, Kerem’i ve beni henüz kurulma aşamasında olan TNB’ın özel bir sunumunu izlememiz için stüdyoya (ÇAK) davet etmişti. Topluluğun kurucularından, disiplinler arası işler yapan Serkan Aka, kentin özel mahallelerinden biri olan Tophane’deki (ÇAK) mekânlarında biriktirdikleri, gündelik hayatımızda nerdeyse her gün, en az bir ya da ikisini gördüğümüz, tanıdık nesneleri ses çıkartılabilen birer heykele dönüştürmüştü. Çeşitli sesler çıkartarak yarattıkları atmosferden çok etkilendik. Bu atmosfer bize Tarlabaşı’ndaki Manastır’ın içinde yer alan tiyatro mekânımız Kumpanya’da yaptığımız çalışmalardan, özellikle “Canlanan Mekân / Uzun Zamandır Ölmekte Olan Bir Kent” ve “Kim O?” isimli oyunlarımızı hatırlattı. Mihran ile yollarımız yaklaşık olarak yirmi beş (belki otuz) yıl önce kesişmişti. O zamandan beri birbirimizin işlerini takip ederiz. TNB’ın bu özel sunumundan sonra Mihran, Kerem ve bana birlikte bir çalışma yapmayı teklif etti, memnuniyetle kabul ettik. Kerem kısa sürede metni yazdıktan sonra çalışmanın ilk aşamaları, oyun metni, ses tasarımı, hareket anlayışı, oyunculuk, mekân tasarımı gibi birçok konu üzerine yaptığımız uzun ve keyifli toplantılar, Mihran Tomasyan, TNB’dan Serkan Aka, Selim Cizdan, Ufuk Fakıoğlu ve asistanlarımız Ahmet Mete Balyan ile Zivan Arya Çelik’in katılımıyla bir hafta, on gün süren bir laboratuvar çalışmasıyla devam etti. Çalışmanın ilkeleri konusunda o kadar hazırdık ki, provaya başlayacağımız ilk gün, çalışma saatinden önce, ilk iş olarak ÇAK’da, farklı boyutlarda yükseltiler ve gösteride kullanılma ihtimali olan, ses çıkartılan nesneleri de yerleştirerek mekânı kurduk. Birbirimizi ve yapmak istediğimiz işi daha iyi anlamak için bazen hareket ve ses anlayışı üzerine yaptığımız sohbetler ve çalışmalarla, kısa sessizliklerle ve çoğu zaman doğaçlamalarla çalışmamızı sürdürdük. Daha sonra Maral Ceranoğlu, Ekin Deniz Görk, Basma Seibe, Ozan Çelik ve Esme Madra’nın katılımıyla geçirdiğimiz yoğun prova döneminde proje son haline geldi. Çıplak Ayaklar Kumpanyası’nın da kurucularından olan Mihran, bizi o dönem Beykoz Kundura Sahne’nin kültür sanat danışmanı ve kurucusu Buse Yıldırım’la buluşturdu. Bu heyecanlı karşılaşma “Geçen Gün” adını verdiğimiz oyunumuzun seyirciyle buluşmasına vesile oldu. İlk oyun tarihine yakın Utku Kara, Defne Gül, Gençer Yurttaş, Maya Kurdoğlu ve Beykoz Kundura Sahne ekibinin katılımıyla sayımız giderek arttı.Kerem Kurdoğlu: Naz, süreci o kadar iyi ve ayrıntılı anlattı ki, benim üzerine eklemek istediğim bir şey yok doğrusu. Sadece şunu söylemek isteyebilirim: Mihran’ı ilk tanıdığımız yıllarda, o bizim sadık ve özel bir izleyicimiz oldu. Sonraki yıllarda biz onun sadık bir izleyicisi olduk, yaptığı her yeni çalışmayı merakla bekledik. Onca yıl sonra birlikte bir iş yapmak, kişisel tarihimiz açısından, kelimelerle anlatamayacağımız kadar değerli bir deneyim oldu. Biz, her şeyi kafamızda çözüp, çalıştığımız ekipten birebir uygulamalarını istediğimiz bir reji anlayışına sahip değiliz. Hedeflediğimiz gösterinin temel hatlarını çok iyi saptayıp ekibe aktardığımız, ama ayrıntıları birlikte araştırdığımız bir anlayışla çalışıyoruz. O bakımdan, bütün ekip sonuçta ortaya çıkan gösteriyi umduğumuzdan çok daha iyi bir noktaya getirdi. Tanıtım metinlerinde yazan şu sözler, sonradan yazılmış tanıtım sözleri değil, çalışmanın en başında bizim ekibe verdiğimiz “brief”in en önemli parçası olan sözlerdir: Bu bir konser mi? Dans gösterisi mi? Oyun mu? Performans mı? Hiçbiri. Hepsi.“Tamamen stilize olmayan bir beden dili peşindeydik”· Bir röportajınızda, “Geçen Gün, 30 yıl önceki bir fikrin nihayet gerçekleşmesidir diyebiliriz” diyorsunuz. Peki, bugünün “Geçen Gün”ünde neler güncellendi? Ve bu güncellenin detaylarından neler çıktı? İç ses: Türkiye gibi bir coğrafyada güncelleme dediğimiz aslında hep bir dejavu olur; malum tekrarların ülkesiyiz!Kerem Kurdoğlu: Naz’ın 1994’te konseptini geliştirerek yönetmenliğini yaptığı “Kim O?”nun çalışmaları sırasında, oyunculara çeşitli konular veriyor ve oyunculardan, o “sipariş” doğrultusunda, isterse başka oyuncuları da kullanarak, yarı planlanmış, yarı doğaçlama çalışmalar hazırlayıp göstermelerini istiyordu. Oyun, o çalışmalarda birikmiş yüzlerce fikir arasından yapılan seçimlerin bir “gösteri akış planı” olarak yeniden yazılması ve sıfırdan yeniden çalışılması sonucunda biçimlendi. “Geçen Gün”ün temel fikri, Naz’ın verdiği o “görev”lerden biri için benim yazdığım ve sunduğum, sonra da oyunda kullanılan bir sahneden çıktı. İki oyuncunun kelime kelime paylaşarak, “Geçen – gün – yolda – yürüyordum – polis – yolumu – kesti” diye bir anlatıyı ortak olarak üstlendikleri bir sahneydi. Ben o sahneyi çok seviyordum ve o fikri başlı başına bir oyun olarak yazıp tek başına sahnelemek düşüncesi kafamda dolanmaya başladı. Aradan geçen yıllar içinde bir, iki teşebbüste bulundum, ama o çalışmaların hiçbiri seyirci karşısına çıkacak bir sonuca ulaşamadı. Mihran’ın bize ortak bir çalışma teklif etmesini bekliyormuş meğer. Sonuç olarak o fikirden yola çıkarak, yaklaşık bir saat sürecek yeni bir metin yazdım ve çalışmaya başladık. Hatta “Kim O?”nun içindeki sahne, metin olarak neredeyse aynı şekilde bu oyunun içinde de kullanılıyor. Mizansen çok başka tabii… Neler güncellendi sorusuna gelince; neredeyse hiçbir şey güncellenmedi. Gerek olmadı. Çünkü bence oyun, kalabalık-birey ilişkisi açısından çok temel ortaklıklarımızı ele alıyor. Zaman içinde çok da değişmeyen şeyler.· 2021’de kurulan ve şehir atıklarından ürettikleri enstrümanlarla performanslar gerçekleştiren Tophane Noise Band ve 2003’te, “bir düş ülkedir ya da bu düş ülkeyi arar” diyen Çıplak Ayaklar Stüdyosu ile buluşmanız ve etkileşiminiz nasıldı?Naz Erayda: Heyecan verici bir buluşma. Kerem’le beni de dahil edersek “Geçen Gün” vesilesiyle yolları kesişenler, birbirini çok iyi tanıyanlar, birbirini az tanıyanlar ve birbirini hiç tanımayanlardan oluşuyordu. Projeyi birlikte tamamladığımız arkadaşlarımızın hemen hemen hepsiyle söz, ses, hareket kavramlarına yaklaşımımız, sahici olmak ve bilineni ters yüz etmek isteğimiz, birlikte ürettiğimiz işe olumlu olarak yansıdı. Birçok konuya ve detaya yaklaşımımızda ortak eğilimler olduğu gibi farklılıklar da vardı. Bunların tamamı hep birlikte “Geçen Gün”ü oluşturmamıza imkan sağladı.Kerem Kurdoğlu: Az önce de bahsettiğim gibi, Çıplak Ayaklar Kumpanyası’nın ve Tophane Noise Band’in kurucularından Mihran Tomasyan’la tanışıklığımız 30 yıl öncesine dayanıyor. “Geçen Gün” özelinde, birlikte bir iş yapma teklifi Mihran’dan geldi. Çok heyecanlandık. Onu mu yapsak, bunu mu yapsak derken, benim aklıma bu metin geldi. O sırada sadece yaklaşık 10 dakikalık kısmı yazılıydı. Tophane Noise Band ekip olarak okudu ve çok sevdiklerini söylediler. Ben de oturdum, metnin tamamını yazdım. Sonrası, tam anlamıyla bir ekip çalışması oldu. Tabii ki biz Naz’la birlikte yönetmenler olarak oldukça net bir hedef belirledik, genel hatlarıyla nasıl bir gösteri amaçladığımızı tanımlayan bir çerçeve çizdik ve ekiple paylaştık. Ama bizim reji anlayışımız, birlikte çalıştığımız ekipten gelen öneri ve katkıları çok önemseyen ve mümkün olduğunca değerlendirmeye çalışan bir reji anlayışı. Oyunculardan, koreograflardan ve Tophane Noise Band’dan gelen katkılarla bizi çok mutlu eden, tam bir “bütünsel tiyatro” hedefine ulaşıldı. · Bir vakitler, bir röportajınızda, “Kumpanya provaları, ne yapacağımızı ve önümüzdeki probleme nasıl yaklaşacağımızı bilemediğimiz sıkıntılı anlarla doludur. Her oyunda sanki ilk defa bir oyun sahneleyecekmişiz gibi sıfırdan başladığımız, o oyuna özel teknikler geliştirdiğimiz bilinçli ve sancılı bir ‘tekniksizlik’ seçimi, Kumpanya’nın belirgin özelliklerinden biridir” demiştiniz. Hâlâ bu özellik/ler devam ediyor mu? “Geçen Gün”ün provalarında ve sahnelerken hangi tür enstrümanları kullandınız? Anlatım güzergâhınızı ne/ler şekillendirdi?Naz Erayda: Bu özellikler hâlâ devam ediyor, her yeni projede sudan çıkmış balık gibi titriyoruz, heyecanımız ve bu halimiz bizi diri tutuyor. Yapmak için uğraştığımız şey, varlığını sezdiğimiz ama elle tutulamayacak o parçaları bulup birleştirmeye çalışmak gibi bir şey. Arayışımızı sürdürdüğümüz için her proje kendi çalışma yöntemini geliştiriyor. Bu işin başında, elimizde ezberlenmesi zor bir metin ve kiremitler, pet şişeler, plastik borular, boş yağ tenekeleri, bisküvi kutusu, kova, dikiş makinesi ayağı gibi daha birçok nesneden yapılmış bir çeşit enstrümanlar, endişelerimiz ve heyecanımız vardı. Ne yapmak istediğimizi biliyorduk ama nasıl yapacağımız konusu hassas bir konuydu. Laboratuvar çalışması sırasında, enstrümanlar dışında tuğlalar, rampalar ve basamaklardan oluşan yükseltiler kullanmaya karar vermiştik. Provalarda da bunları kullandık ama ilk tasarımımızda daha fazla parça, daha fazla yükseklik vardı, sonradan gerek duymadığımız için onlardan vazgeçtik. Ben bir de kaydedilmiş görüntüler kullanmayı hayal ediyordum ama ondan da iyi ki vazgeçmişiz. Gündelik hareketlerden arındırılmış ama tamamen stilize olmayan bir beden dili peşindeydik. Hareket tasarımcılarımız Maral ile Mihran ve oyuncularımız Esme ile Ozan sayesinde buna ulaştık.Kerem Kurdoğlu: Tabii ki belli bir yöntemle prova yapmak gerektiğini düşünüp, sonra o yöntemin çalışmadığını gördüğümüz durumlar da oldu. Örneğin TNB (Tophane Noise Band) en başta oyuncularla yapılan araştırma provalarına eşlik ediyordu. Birkaç provadan sonra, bunun hiç de iyi bir fikir olmadığını gördük. Bölümlerin hareket tasarımı kabaca şekillendikten sonra, TNB ona göre düşünüp ses tasarımı yapmaya başladı. Tabii bu tek taraflı bir akış değildi: TNB hareket ve sahneleme taslağını görüp ona göre ses taslağını yaptıktan sonra, o taslak “müzik”, harekete yeni fikirler veriyordu; dolayısıyla birbirini karşılıklı etkileyebildikleri bir süreç ateşlenmiş oluyordu.· Ses, söz, hareket üçlüsünü tek perdede ve tek bir kotada adeta şahlandıran “Geçen Gün”ün meramı, 90’lardaki yenilikçi tiyatro düşüncenize denk düşüyor olması bir seyirci olarak beni aşırı mesut etti, öncelikle bunu belirtmek isterim. Peki, Beykoz Kundura ile olan bu ortak üretme deneyiminin sizdeki karşılığı, hele de yıllar sonra Kumpanya ikilisinin yine yan yana ses veriyor olmasının da karşılığından ortaya nasıl bir his ve fotoğraf çıkıyor, biraz tarifler misiniz?Naz Erayda: Bazı oluşumlarda alternatif mekân arayışlarında olduğu gibi, üretim süreci de farklı gelişiyor. Böyle bir duruş benimsenmiş, bu anlayış bünyeye nüfuz etmiş olduğu için başka bir mekân anlayışı ya da başka bir ifade biçimiyle ilgili arayış yaşam boyu devam ediyor. Kerem ve ben, 1986’dan beri bu türde bir üretim ve örgütlenme modelini benimsediğimiz için deneysel / çağdaş / yenilikçi / bağımsız / alternatif / özgürlükçü olarak değerlendirildik. Örgütlenme modelimiz, başka bir dil arayışı, oyunculuk araştırmalarımız, kabul görmüş kalıpların dışında farklı ifade biçimleri aramamız nedeniyle, yaptığımız tiyatro türünün bazı akademisyenler ve tiyatro yazarları tarafından “Öteki Tiyatro” olarak tanımlanmasını da çok yakın buluyorum. “Geçen Gün”de de birçok bakımdan kendimize yakın ekip arkadaşlarıyla çalıştığımız için çok şanslıyız. Kundura Sahne, bizim gibi bedenin, sesin, mekânın, ışığın, sözün bilinen kullanımlarından başka bir arada olma halleri üzerine çalışarak kendini ifade eden sanatçıların işlerine alan açıyor. Algılama, yazı yazma, yerleştirme, oyun oynama, izleme ve daha pek çok şeyin, varolan alışkanlıkları tekrarlamak yerine yeniden düşünülerek geliştirildiği disiplinlerarası işleri destekliyor. Sanatsal seçimleriyle bir platform oluşturuyor ve bu anlayışla üretilen işlerin görünürlüğünü arttırıyor.Kerem Kurdoğlu: Biz, kendimizi seyirci yerine koyduğumuzda, alışılmış olanın dışında, meseleleri farklı bakış açılarıyla ele alan, her gün karşılaştığımız durumlara yeni bir gözle bakmamızı sağlayan şeyler görmek istiyoruz ve görmek istediğimiz gibi oyunlar yapmaya çalışıyoruz. Bu ihtiyaç ve çabamızda yalnız olmadığımızı görmek, TNB gibi, oyuncularımız gibi, tüm diğer ekip gibi, Beykoz Kundura gibi oyun arkadaşları bulmak çok güzel bir duygu.“Bu halimize biraz uzaktan biraz yabancılaşarak bakabilmek”· Oyun çıkışı us’umda salınan, ABD’li sosyolog Louis Wirth’ün ilk kez 1938’de The American Journal of Sociology adlı dergide yayımlanan “Bir Yaşam Biçimi Olarak Şehircilik” adlı makalesiydi. Ki günümüzde de şehir sosyolojisiyle ilgili çalışmaların temel referans kaynaklarından biri: “Çağdaş dünya için kullanılabilen ‘kentleşme’nin derecesi, tam olarak ve geçerli bir biçimde, kentlerde yaşayan toplam nüfusun oranı ile ölçülemez. Kentlerin toplumsal yaşam ya da insan üzerindeki etkileri, kentli nüfusun oranının göstereceği etkiden daha büyüktür. Kent yalnızca, günümüz insanına daha büyük bir oranda iş ve yerleşim olanakları sunan bir yer değildir, aynı zamanda dünyanın en uzak yerlerini kendine çeken, türlü bölgeleri, insanları ve etkinlikleri bir düzene göre biçimlendiren, ekonomik, siyasal ve kültürel yaşamın öncüsü ve denetleyicisi konumunda olan bir merkezdir.” Wirth’ün bu kelamını fener yaparak oyundan yola çıkarsak siz, günümüze baktığınızda nasıl bir fotoğraf görüyorsunuz?Naz Erayda: Kentler hem soyut hem somut biçimde her türlü ‘başımıza geçiyor’ artık, bir şeylerin yanlış tasarlandığı ve işlemediği ortada. Eğer romantik bakarsak hüzünlü, gerçekçi bakarsak sert, zor, acı, çaresiz demek geliyor içimden. Topraktan bu kadar uzaklaşmak kimseye iyi gelmedi. Topluluklar savaş, açlık, deprem ve başka nedenlerle sürekli hareket halinde. Bu böyle devam edecek gibi sanki. Kısa bir zaman önce böyle düşünmüyordum ama şimdi bu düşünceden uzak durmak neredeyse imkânsız. Sanki bu bir yaşam biçimi olacak gibi. Keşke bu zorunlu hareketlilik olumlu anlamda alternatif yaşam biçimleri oluşmasına neden olsa…Kerem Kurdoğlu: Bu olumsuz gidişatı görmemek mümkün değil. Ama bütün bunlara rağmen büyük şehri, kalabalığı ve bu “cümbüş”ü seven biri olduğumu da itiraf etmek isterim. Yani ben acısıyla, tatlısıyla şehri seven biriyim. Keşke şehirlerden kaçmak yerine tekrar daha insancıl şehirlere dönmenin veya yeni baştan öyle şehirler kurmanın yollarını bulabilsek.· “Ama aslında şehir de onlar, diğer insanlar da. Yani aslında ne kendilerinden başka bir şehir var, ne de kendilerinden başka diğer insanlar. Var olan sadece onlar. Yüzlerce, binlerce kendileri. Endişe dolu bir sevgi hikâyesi bu” diyor “Geçen Gün”… Oyunda, karakterleri ve hikâyeyi yaratım aşamasında ve sonrasında sahnedeyken fonunuza düşenler nelerdi?Kerem Kurdoğlu: Kalabalık içinde karşılaştığımız her çatışmada, bütün dünyanın bize karşı olduğunu ve bir haksızlığa uğradığımızı hissediyoruz genellikle. Hâlbuki çatışmanın her tarafındaki herkes aynı benzer duyguları taşıyor. Çoğu zaman hepimiz haklıyız. Ya da hepimiz haksızız. Bireylerini şahsen tanımadığın, “yabancı” bir kalabalık içinde hareket halinde olmak, tanıdığın insanlarla çok daha yumuşak yaşayabileceğin birçok çatışmanın çok daha sert geçmesine neden olabiliyor. Metni yazarken, bu halimize biraz uzaktan, biraz yabancılaşarak, biraz da gülümseyerek bakabilmek ve bu bakışı paylaşabilmek istedim.· “Biz tanıyoruz onları. Onlar da bizi tanıyor. Şehir değişiyor. Şehir sürekli farklı rotalar çiziyor. Şehir onları itip kakıyor. Diğer insanlar, şehirle bir olmuş, sürüklüyorlar onları. Her an başka bir tehdit altındalar. Sesler sarmalıyor hepsini. Kâh rahatsız edici bir kakofoni, kâh büyüleyici bir sükûnet. Kâh bir gürültü yumağı, kâh bir müzik” diyen “Geçen Gün” günümüzde biz fanilere ne söylemektedir? Ve bu oyunu kimler izlemeli?Kerem Kurdoğlu: “Geçen Gün”, izleyen herkesin kendinden bir şeyler bulduğu, çok “kapsayıcı” bir çalışma oldu. Çağdaş sanatla ilgisi olsun, olmasın, herkes ilişki kurabiliyor ve öyle ya da böyle, bir şekilde etkileniyor. O nedenle rahatlıkla söyleyebilirim ki, bu oyun herkese izlemesini önereceğimiz bir oyun. İzleyiciye ne söylediğine gelince; daha önce de söylediğim gibi, metni yazarken bizzat yaşadığım veya birinci elden şahit olduğum birçok deneyim, duygu ve bakış açısını aynı potada eriterek, “hepimizi” temsil eden anonim karakterler yaratmak ve seyirciyle paylaşmak istedim. Dilerim ki, bu gösteriden ayrılan herkes, yalnız olmadığını hissederek ayrılsın ve daha önce çaresizlik duygusuyla baktığı bazı durumlara gülümseyerek bakmaya başlayabilsin.· Tekste sizi en çok etkileyen bölüm ya da sahne hangisi? Ve bu sizde nasıl bir durum yaratıyor? Mesela, bugün ve 30 yıl önceki bölümlerden değişen var mı?Naz Erayda: “Geçen Gün”ün tamamını seviyorum, Kerem, bu oyunu konseptini geliştirip yönettiğim “Kim O?”daki bir sahne için yazdığı kısa bir bölümden yola çıkarak yazdı. “Kim O?”yu, Kumpanya Sahnesi’nin penceresinden görülen Tarlabaşı bölgesindeki geçmiş ve güncel yaşantılardan yola çıkarak azınlık olma hali, çaresizlik, yalnızlık, korku, paranoya, ulusal, toplumsal ve bireysel kimliklerimiz, zorunlu göç, ayrımcılık ve zamandan kaçış gibi kavramların zihinlerimizde bıraktığı izlerin hareket, ses ve söz parçacıklarından oluşan bir ifadesi olarak tanımlamıştık. Çalışma herhangi bir metin olmadan, aklımdaki bu düşünceyle başlamıştı. Oyun her defasında havanın kararacağı saat hesaplanarak belirlenen zamanda başlıyordu. Kumpanya’nın pencerelerini zaman zaman açarak dışardaki sesleri ve ışığı oyuna dahil ediyorduk. “Geçen Gün” ise yazılı bir metinle başladı. Bu zaten çok belirleyici bir şey ve iki projenin üretim sürecinin birbirinden ne kadar farklı olduğuna işaret ediyor. Bu oyunda da pencerelerdeki perdeleri kenarda tutuyoruz ama bu sefer görsel bir katman oluşturması ve bunu güzel bulduğumuz için öyle yapıyoruz. Oyunun oynayacağı her mekân farklı fiziksel özelliklere sahip olacağı için aynı şey olmayacak. “Kim O?” çok hüzünlü bir oyundu. “Geçen Gün” ise daha eğlenceli oldu. Geri dönüp baktığımda bugün farklı yapmak isteyeceğim şeyler var ama iki oyunun da çalışma sürecini, metotlarını ve çıkan sonucu seviyorum.Kerem Kurdoğlu: Bir ara provalarda kendi kendime “ah işte favori sahnem geliyor” demeye başladım. Sonra fark ettim ki, neredeyse her sahneye böyle demeye başlamışım. Gerçekten de sonuçta ortaya çıkan gösterideki birçok sahneyi çok seviyor ve beğeniyorum. Bu durum, kendi yaptığımız işlerde çok sık başımıza gelen bir şey değil. Bu bakımdan “Geçen Gün” oldukça olumlu bir istisna durumunda… Yine de en favori sahnelerimi sorarsanız, özellikle şunları sayabilirim: Polisin kimlik sorma sahnesi; Serkan’ın tek başına yaptığı ritmik müzik eşliğinde tüm ekibin koştuğu koreografik bölüm; “Metal Kuş” dediğimiz, oyuncuların rampalarla ters ışık alarak yaptıkları sözsüz koreografik bölüm; tuğlaların sahneye yayıldığı bölüm; finalden önceki “parktaki bankta oturma” bölümü ve oyunun en sonundaki toplu final. Son olarak, 30 yıl öncesinden bugüne ne değişti diye baktığımda, görüyorum ki, hiçbir şey değişmemiş. Ama bu, “hiçbir şey düzelmemiş” anlamında kötümser bir tespit değil. Oyunun ele aldığı konu, genel bir ruh halinin somut tezahürleri olduğu için, 30 yılın getirdiği – cep telefonu gibi – küçük gündelik farklılıklar önem taşımıyor demek istiyorum.“Çünkü onlar bizden başka birileri değil”· Diyelim ki oyunun karakterleriyle tesadüf bu ya denk düştünüz ve aynı masalarda kelamdasınız. Öncesinden de az-çok hayat hikâyelerini biliyorsunuz. Onlara bir sözünüz olsa bu ne olurdu?Kerem Kurdoğlu: Doğrusunu söylemek gerekirse, zaten onlarla sürekli birlikteyiz. Çünkü onlar bizden başka birileri değil. Ben uzun süredir oyunculuk yönetimiyle ilgili, kendime ait olduğunu sandığım bir terimi çok kullanır oldum: “kendi hallerinden çağırmak”. Stanislavsky’deki “Coşku Belleği” terimiyle biraz akraba bir kavram, ama tam olarak aynı değil. Çeşitli oyunculuk teknikleriyle bir karakter inşa edilmesi, bir seyirci olarak bana itici gelmeye başladı. Onun yerine, oyuncunun kendi farklı hallerini çağırarak performans içinde kullanması, bana daha ‘sahici’ geliyor. Bu oyunu da sahnelerken, oyun kişileri için karakter profilleri oluşturan bir dramaturgi yapmadık. “Bunlar biziz” dedik. Hepsi, bizim farklı durumlardaki farklı hallerimiz. Ve o farklı hallerimizin hepsine birden tek bir şey söylemem istense, sanırım şu sözü seçerim: “Gülümse”.· Son zamanlarda size iyi gelen neler var; kitap, müzik, tiyatro, albüm, sergi veyahut bir an veya bir fotoğraf karesi gibi, paylaşırsanız biz sanatseverler de nasiplenelim isterim?Naz Erayda: Yıldız Moran’ın siyah beyaz fotoğrafları, Nina Simone’dan “Feeling Good”, Heiner Goebbles’den “A House of Call-My Imaginary Notebook”, Philip Glass’dan “Truth in Our Time”, “Koyaanissqatsi”, “The Hours”, Şule Gürbüz’ün “Kambur”u, Takuhi Tovmasyan’dan “Sofranız Şen Olsun”, Aslı Mertan’ın “Bir Göbek Dansözünün Sonsuzlukla İmtihanı”, Y. Lanthimos’un “Poor Things”i, Belmin Söylemez’den “Ayna Ayna”, John ve Yves Berger’dan “Top Sende”, Aynur Doğan’dan “Keçe Kurdan”, Jonas Mekas’dan “Manuel Bir Daktiloya Ağıt”, Kazım Koyuncu’dan “Hayde”, Charlie Porter’ın “What Artists Wear” ve her zaman lavanta, kekik, fesleğen!Kerem Kurdoğlu: Kendim yoğun olarak bir şeyler yazdığım dönemlerde beni etkileyebilecek izlemeler veya okumalar yapmamaya çalışıyorum. Geçtiğimiz 1,5 yıl da, benim için oldukça üretken geçti. Dolayısıyla kendi ortalamama göre oldukça az okuma ve izleme yaptığım bir dönem oldu. Yine de, dramatik yazarlığın çok iyi bir örneği olduğunu düşündüğüm bir filmin adını anmak isterim: (Eliza Hittman tarafından yazılan ve yönetilen, 2020 İngiliz-Amerikan drama) “Never Rarely Sometimes Always”. Genel olarak benim hoşlandığım ve yazdığım tarza hiç yakın olmamasına karşın, son derece basit bir durumdan, çok iyi işleyen bir olay örgüsü çıkarmış olması nedeniyle çok beğendim ve senaryo derslerimde örnek olarak bahsetmeye başladım. Filmin, ilgiyle izleten, ama son derece sakin havası da çok hoşuma gitti.· 2024 projelerinizden, kafanızda veya hayalinizde veyahut masanızda olan işlerden bahseder misiniz?Kerem Kurdoğlu: Şu anda yönetmen Mehmet Birkiye’nin bana sipariş etmiş olduğu ikinci Shakespeare uyarlamasını yazıyorum. Son revizyonlar ve gözden geçirmeler aşamasındayım. Ondan hemen sonra hem yazmayı, hem de yönetmeyi planladığım bir projeye başlayacağım, ama henüz çok erken bir aşamada.Naz Erayda: Mimar Sebla Arın’la birlikte, tiyatro, performans, dans alanında işler yapan ve kendilerini alternatif ya da bağımsız olarak tanımlayan sanatçılarla konuşarak oluşturmaya başladığımız arşiv çalışması ve dijital ortam için üretmeye başladığım bir işin yazım aşaması devam ediyor.