“İkinci Fatih” Abdülhamid Han, İstanbul’u nasıl kurtardı? İşte o hikaye
Rahim Er, Sultan Abdülhamid Han’ın İstanbul’un düşman eline geçmesine engel olarak büyük bir felaketi önlediğini yazdı. 31 Mart darbesi sonrası tahttan indirilen Abdülhamid Han’ın, Selanik’ten İstanbul’a geri getirildiğini belirten Er, Osmanlı şamarını yiyen İttihatçılar sayesinde başkentin kurtulduğunu ifade etti. Er, Abdülhamid Han’ın bu kararlılığı sayesinde “İkinci Fatih” unvanını hak ettiğini söyledi. İşte Rahim Er’in Türkiye gazetesindeki yazısı: “Devletlerin fetih asırlarındaki zaferler çok kıymetlidir. İstanbul’un Sultan Mehmed Han tarafından zapt edilerek İslamlaştırılıp Müslüman Türk şehri yapılması, bu Padişaha Fatih ünvanını kazandırdığı gibi biz evlâdlarına da ebedî bir şeref bahşetmiştir… Devletlerin zor zamanlarındaki vatan müdafaaları da fetih dönemlerindeki zaferler kadar kıymetlidir. Konstantiniyye’nin daha doğrusu Şarkî Roma’nın Sevgili Peygamberimizin -aleyhisselam- muştusuyla övülmüş ulu ceddimiz Fatih Sultan Mehmed Han ve o övgüye mazhar olmuş askerleri tarafından alınması ne denli kutlu bir muvaffakiyet ise O’nun elden çıkmasına mâni olan Ulu Hakan(*), Gök Sultan(*) Abdülhamid Han’ın aşağıda zikredeceğimiz hizmet ve muvaffakiyeti de öylesine mübarektir… Hâdise kısaca şöyledir: “31 Mart darbesi”yle 13 Nisan 1909’da tahttan hal edilen Abdülhamid Han, Selanik’e sürgün edilerek burada Yahudi Alatini Biraderlere ait olan Alatini Köşkü’nde mecburî ikamete tâbi tutulmuştu. Beş asırdır Türk yurdu olan Selanik’in cereyan etmekte olan Harb-ı Umûmî sebebiyle Düvel-i Muazzama’nın eline düşme tehlikesi belirince bir İttihad ve Terakkî hey’eti, huzura gelerek vaziyeti, nezaret altındaki devrik Hakan-Halife’ye haber verip, zât-ı şâhânelerini İstanbul’a nakletme mecburiyeti hâsıl olduğunu mahcubiyet içinde arz ederler. Abdülhamid Han ve aile efradıyla beraber Beylerbeyi Sarayı’na getirilir. Yalnızca iki oda tahsis edilir. Bu da alt katlardadır. Önceki Padişahın gazete okumasına dahi müsaade yoktur. Bu esnada I. Dünya Savaşı, olanca şiddetiyle devam etmektedir. Almanya’nın ve O’nun ardında giden İttihad ve Terakkî Hükûmeti’nin vaziyeti iyi değildir. Düşman kuvvetleri yaklaşmaktadır. Şimdi artık, İstanbul da tehlike altındadır. Başkent işgal edilebilir, hatta elden çıkabilir. Bu yüzden Bâb-ı âli’deki Hükûmet müzakereleri neticesinde Payitahtın Anadolu’ya nakline kararına varılır. İttihadcılar, süklüm-püklüm vaziyette yine mahlû; hal edilmiş; devrik Sultanın huzuruna gelirler. Vaziyet yine arz edilir. Duydukları karşısında hiddetlenen Abdülhamid Han, gelenlere kurşun gibi bir cevap verir: -Siz, ne diyorsunuz? Ben, son Bizans imparatoru kadar da mı olamıyorum? Konstantin, Fetih’te teslim olmayıp çarpışa çarpışa surların dibinde öldü! Bana bir tüfek verin, ben, kendimi müdafaa ederim! Ölürüm fakat bir yere gitmem!!! Cevabı alanlar veya Osmanlı şamarını yiyenler, âmirlerinin yanına döndüler ve olanları naklettiler. Hükûmet, bu yiğitlik üzerine fikrinden vazgeçti. Böylece İstanbul, büyük bir felaketten kurtulmuş oldu. O gün, Hükûmet ve memurîn yâni bürokrasi, İstanbul’dan ayrılsaydı bu hareket, taarruz hâlindeki düşman devletleri, cesaretlendirecek, 1453’ü hiçbir zaman hazmetmemiş haçlı dünyası, İstanbul’a doluşacak, ruhî çöküntüye uğrayan halksa “kaç-kaç”ı yaşayarak Anadolu’ya taşınacaktı. Bu kötü manzara, Abdülhamid Han’ın dirâyet, azîm ve kararlılığıyla önlenmiştir. Gerçi on yıla varmadan İstanbul başşehir olmaktan çıkacaktır ama o tasarruf, savaş bittikten yeni hudutlar çizildikten sonraki değişikliktir. İstanbul, o gün düşman eline geçseydi, bir daha geri alınamayacağı gibi başını veren Anadolu da kaybedilebilirdi. Bu sebeple Abdülhamid Han’a “İkinci Fatih” dense yeridir. ….. (*) “Ulu Hakan sözü, Necip Fazıl Kısakürek’e; Gök Sultan Sözü, Hüseyin Nihal Atsız’a aittir. Bugün Abdülhamid Han’a hakkını teslim etmek kolay. Devleti 33 yıl ayakta tutan dehâ çapında bu padişaha Fransız Vandal’ı ağzıyla “Kızıl Sultan” diye resmî ve gayriresmî ağızlardan kinler saçılırken bu mütefekkirler devrinde Ulu Hakan, Gök Sultan demek yürek isterdi. * Kime ne borçlu olduğumuza dair bir düşünce denemesi olan bu yazı sürekliliğinde gelecek 4 cumartesinde 4 ayrı ismi yazma niyetindeyiz. Cengiz Aytmatov’un Gülsarı’sı zincirleri koparırken ettiği sehli mümteni denecek güzellikte o sözünü tekrarlama vaktidir: -Bize bu toprakları bırakan ecdada rahmet olsun!.. Âmin.”