‘İlahi Yol Gösterici’den Deli-Kaçık Otu’na’
İşte Murat Ülker’in kişisel sitesinde yayına aldığı ‘İlahi Yol Gösterici’den Deli-Kaçık Otu’na’ başlıklı o yazısı; *Kapak: Hüseyin Rıfat Çeteci, Kahvehane. Tuval üzerine yağlı boya. 93 x 122 cm. 1908. Yıldız Holding Koleksiyonu, İstanbul Çamlıca Kampüste Sergilenmektedir. Afyon Savaşları mı? Bugünkü kitabımız ilginç, Onur Gezer’in Hayaller Sancağının Kuru Sarhoşları: Osmanlılarda Esrar ve Esrarkeşler. Kitap Ege Üniversitesi tarih bölümü mezunu Gezer’in Anadolu Üniversitesi’nde tamamladığı yüksek lisans tezi. 2020-22 arasında 4 baskı yapmış. Gezer “Başlamadan Birkaç Söz” başlığı altında şunları yazıyor: “…Elbette, sufilerin kuru sayıklamaları bunları ilahi aşktan sanan halkın arasında da yayılır, Kavranması güç durumlar karşısında yönlendirilmeye açık oluşlarından faydalanan bu kimselerin teşvikiyle kuru sarhoşluğun tehlikeli dünyasına beklenenden hızlı kapılırlar.
ÖNE ÇIKAN VİDEO …Yasak elmanın cazibesine elbette bir tek şairler, dervişler ve saraylılar kapılmaz. En alt tabakadan en üste, serseri başıboşundan beyzâde ve paşazâdesine, çiftçisinden esnaf, zanaatkâr, tüccar ve işçisine, okuryazar olmayan cahilinden medrese, mektep ve askerî okul öğrencisine, mahkûmundan kolluk mensubu ve idarecisine, daha niceleri oyuna gelir.” Daha sonra çalışmasının amacını esrarın Osmanlı Devleti’ndeki izlerini sürmek olarak kısaca özetliyor. Esrarla ilk ne zaman tanışıldığı, kimler tarafından ne amaçla, nasıl, nerelerde ve ne şekillerde kullanılıp ne gibi sonuçlara ulaşıldığı, ilmi, dini, hukuki ve edebi boyutları hakkında ne söylenilip ne yazıldığı ve nasıl mücadele edildiği sorularına cevap aramış. Yazar esrarın kısa tarihini anlatmaya Sümerler’den başlıyor. Sümerler ve Asurluların bu kadim bitkiye ilgilerinin yalnızca dokuma yapmakla kalmadığı görülür. Nil deltasının sakinleri arasındaysa şemşemet adlı bir eczaya dönüşür. Ağrı kesici ve anestezik, yani uyuşturma özelliğiyle meşhurdur. Ama bu konuda ne Sümerler ne de Mısırlılar İskitler kadar cüretkârdır. İskitler arasında ise anavatanı Çin’de kazandığı kutsal kimlikle anılır. O artık bir “ilahi yol gösterici” ve bir “elem dindirici” dir. Ama İmparator Shen-Nung’un ısrarlı uyarılarına göre, böylesi bir kutsala erişmenin şeytanlarla yüzleşmek veya ruhlarla konuşmak gibi ağır bedelleri vardır. Ama Hinduizmin kutsal metinleri Vedalar’ın cömert tanrıları elinde kusurlarından arınarak adeta bir yaşam iksirine döner. Bir süre sonra Haydariliğin kurucusu şeyh Kutbuddin Haydar’ın sufi müritleri aracılığıyla Araplar arasına girer ve onlar için adeta Avrupa halkları arasındaki alkol kullanımı kadar zorunlu bir ihtiyaç haline gelir. Daha sonra Arap vizesiyle Sudan’a gelerek buradan hızla kara kıtaya yayılır. Ve nihayet Batı egzotik sırların cazibesine kapılmıştır. Böylesi sinsi ve güçlü bir alışkanlık karşısında hiçbir koruma duvarı dayanamazdı, nitekim Napoléon’un Mısır Seferi’nden dönen hevesli askerleri sayesinde onarılamaz bir biçimde yıkıldı. 1798-1801yıllarında, yalnızca üç yılda askerler, bölge halkıyla alışverişin karşılığını alkolsüz sarhoşlukla aldılar. Süratle etraflarını saran bu salgının etkileri çok geçmeden başladı; uyuşma, neşe, kaygı ve coşku karışımı dikişsiz bir ruh haliyle görevlerini yerine getiremez, ne yaptıklarını bilmez hale geldiler. Bu illetten kurtulsunlar da gevşeme arzularını gerekirse geleneksel hazlarla karşılasınlar diye Mısır’da bir rom ve brendi fabrikası kurmak gibi tedbirler dahi sonuç vermedi. Ardı sıra ilan edilen esaslı yaptırımlar ya da Sacy, Rouyer ve Desgenettes gibi orduda görevli bilim insanlarının telkinleri de işe yaramadı. Geri çekilmenin hayal kırıklığı içerisinde ülkelerine dönerken, bu defa yanlarında üzüntülerini unutturacak kendilerine has bir çözümleri vardı. Şarabın ülkesi, kafayı bulmanın bu yeni yoluna beklenenden hızlı alıştı. Yalnız şehirlerin yoksul kenar mahalle sakinlerince değil, aydınlarca da, üstelik hiçbir Avrupa ülkesinde olmadığı kadar sahiplenildi. Baudelaire’in formüle ettiği gibi, alkol sarhoşluğu hesaplı, kontrollü ve rasyonel, esrarınki ise asosyal, benmerkezci ve yıkıcıdır; şarap iradeyi güçlendirir, esrar yok eder; şarap vücudu besler, esrarsa intihar silahıdır; şarap insanı iyi huylu ve uyumlu hale getirir, esrar yalıtır, esrar mutsuz avareler içindir. Gautier: “Hiçbir madde bu mest olma haline, bu coşkunluğa karışamaz, dünya üzerindeki hiçbir arzu bu saflığı lekeleyemez. Bu arada aşk kendini ona yükseltemez, esrarkeş bir Romeo, Juliet’i unutacaktır.” Esrar sonunda bugün en çok itibar gördüğü yere, Yeni Dünya’ya ulaşır. Amerika kıtasının ilk sakinleri arasında önceden bilindiğine ilişkin güçlü teoriler olsa da ilk atıf, John G. Whittier’in 1854 tarihli kısa bir şiirinde yer alır. Zamanında George Washington’un özünü çıkarmak için yetiştirdiği kenevir, ilaç yapımından kumaş imaline farklı alanlarda, ama en çok da uyuşturucu olarak kullanılır hale geldi. Genelde marihuana ismiyle anılan bu narkotik, toplumun tümüne yayıldı. Batı’nın esrar merakı kafayı bulma beklentisiyle sınırlı kalmadı. Başta Amerika ve Avrupa tıp ve farmakoloji çevrelerinin bilimsel faaliyetleri neticesinde, esrar 19. yüzyılın ortalarından 20. yüzyılın ikinci çeyreğine kadar, neredeyse bir asır boyunca spazm önleyici, ağrı kesici ve yatıştırıcı olarak öksürük, romatizma, astım, migren ve halsizlik gibi hastalıkların tedavisinde kullanıldı. Amerika’da 1885te yazılan her on reçeteden 5i, 1907de 8i, 1926da 3ü, 1933te ise 0,4ü kenevir özlü ilaçlar içeriyordu. Görüldüğü üzere zararının faydasından çok olduğu yönünde verilere ulaşıldıkça kullanımı azaldı. 1930lara gelindiğindeyse artık bir “deli ve kaçık otu” olarak birçok devletin narkotik maddeler listesindeydi. 1937ye gelindiğinde Amerika’da tıbbi amaçlı kullanımı dahi yasaklandı. Fakat yerelde ya da globalde iş birliğiyle sarf edilen hiçbir çaba bu salgının günümüz toplumlarına bulaşmasını önlemeye yetmedi. 1858 gibi erken bir tarihte dünya genelinde tahminen iki yüz milyon kullanıcının olduğu düşünülürse, neden önlenemediğini anlamak güç değildir. Makbul Eczadan Kafa Zehri’ne Esrar Osmanlı’da telafisi güç sorunlara yol açan tehlikeli bir uyuşturucu olduğu bilinse bile tedavi edici özelliklerinden dolayı itibardan düşmez. Osmanlıların tıbbi açıdan makbul gördükleri bu bitkiden faydalanma biçimleri “medikal kenevir” üzerinde süregelen günümüz tartışmalarına adeta bir cevap niteliğindedir. Zehirli olduğunun bilinmesi bugünkü gibi ne şifalı yönlerinin görülmesine mani ne de zararından kendi başına sorumlu tutulmasına sebep olmuştur. Nihayetinde sarhoş edici de olsa bir maddeyi zehir haline getiren dozu, suç aletine çeviren ise amacıdır. Peki dinen haram (yasak) mıdır? “Her sarhoş edici içkidir, içki de haramdır” hadisine dayanılarak haram ilan edilmesi Kur’an’ın içkiyi yasaklayan hükmüne dahil edilmeleri için yeterli gelmiştir. “Resulullah (sav) her sarhoş edici ve gevşeticiden nehyetmiştir” hadisince, görüş ayrılıklarına rağmen haram olduğu kararında birleşilir. Kemalpaşazâde, “sarhoşluğa neden olmayacak miktarda kullanımını caiz sayan” fetvasıyla Şeyhülislam Ebussuûd Efendi’den alaycı bir dille karşılık görür. Kemalpaşazade’nin esrarı “keyif için yemek helaldir diyene tevbe lazımdır” cevabının ardından “küfür lazım değildir” demesi halk arasında yanlış anlaşılarak helal olduğuna yorulunca açıkça alınıp satılır, kullanılır hale gelmiştir. Hal böyleyken Ebussuûd da bilinçsizce bu şekilde davrananları dinden dönmüş olmakla ihtar edip, tevbeye davet eder. Keyif için yenilip içilenler arasında haram olmayan hiçbir şeyin olmadığını bildirerek de hem böylesi şeylerin bir daha yaşanmaması için basit ve anlaşılır bir kaide koyar hem de keyif vericiler karşısındaki katı ve net tutumunu ortaya koyar. Esrarın Anadolu’ya Yayılışı Esrarın Anadolu’ya Türkmenlerin yanında gelen “baba”lar veya Kutbüddin Haydar’ın sadık müritleri Haydariler ya da Moğol istilası önünden kaçan Kalenderilerden hangisiyle gelmiş olduğuna karar vermek, benzer köken ve pratiklere sahip olmalarının yarattığı ayırt etme zorluğundan dolayı güçtür. Haşhişiyye (haşişi-esrarkeş) sıfatının hakaret sayıldığı zamanlarda dahi böyle anılmaktan rahatsız olmayan Suriye ve Mısırlı sufiler gibi onlar da bunu birlikteliklerinin harcı saymışlardır. Kalenderiler Moğol istilası önünden kaçarak Anadolu’ya gelmişlerdir. Kalenderiler işsiz güçsüz olup fenalıklarının eşi benzeri yoktur; Müslüman çocuklarını kaçırır, köpekleriyle girdikleri mescitlerde şarap ve esrar içerek her türlü kötülüğü yaparlar. Bunlara rağmen dervişlik iddiasında olan bu insanlar aslında cahil olup ilimden mahrumdular. Birkaç İlm-i Batın bileni varsa da yollarını şaşırmış olduklarından gözleri hidayete kapalıdır. Rind ve serserileri sebzek ve şahdane (esrar) denilen bir otla tuzağa düşürürler. Çekildiğinde dimağı kurutarak vehim ve korku veren bu ot kimini gülüp eğlendirirken, kimini acınası hallere düşürür. Unutkanlık yapar, kötü fikirlere ve cinnete sevk eder. Yüzün rengini sarartır, ciğeri yıpratır, şehveti artırır. Devamlı kullanıldığında ise insanı içinden çıkılmaz bir melankoliye gark eder. Yani başkalarını baştan çıkarayım derken kendi din ve dünyalarından olurlar. Kalenderilere yönelik denetimli serbestlik politikası İstanbul kuşatması sırasında da sürdürülür. Buradaki hizmetlerinin karşılığını tekkeye çevrilmek üzere kendilerine emanet edilen Akataleptos Kilisesi’yle alırlar. Ancak çok geçmeden işler tersine döner ve birdenbire sıkı bir takip ve kovuşturmayla karşı karşıya kalırlar. Hemen sonrasında padişahın, tekkelerin denetlenmesi emrini vermesi üzerine Kalenderiler için zor günler başlar. Anadolu’da bazı yerlerde Şii-Safevi propagandası görülmeye başlaması da üstüne tuz biber olur. Böylece hoşgörü yerini tam tersi, görülmemiş türden bir karşıtlığa bırakır ve artık sıra dışı yaşantıları da esrarları da hiç olmadığı kadar mercek altındadır. Kalenderîlerin bu zaafı itikat ve politik eylemlerinden dolayı kendilerine karşı sürekli tetikte olan yönetimi geç de olsa harekete geçirmiş ve sonunda esrar 1723te bir fermanla yasaklanmıştır. Buna göre, dervişler “gonca” namıyla andıkları “haşiş” yüzünden akıllarını kaybederek acayip sırlar ve geleceğe dair garip emarelerden bahsediyor, cahil kimseler de bunları kerametten, sahiplerini ise Evliyaullah’dan sayarak onların bu alışkanlığına hevesleniyorlardı. Hal böyle olunca önce şeyhulislâmdan esrar içmenin de satmanın da haram olduğu ve adı bunlara karışanların şiddetli cezalandırılmaları gerektiği yönünde bir fetva alınarak alım satım ve kullanımı yasaklandı, ele geçirilen esrarın yakılması, kullananlarınsa sürgün edilmeleri emredildi. Ama Kalender meşrep dervişleri daha ağır yaptırımlar bekliyordu, zira fetvanın kalanına göre, esrar helaldir deyip, içince gaybdan haber alındığını söyleyerek cahil halkı Hak yoldan çıkaranların katli meşru, hatta sevaptı. 1724 tarihli fetvada: Dervişlerce tütün gibi içilen bu maddenin tesiriyle görülen tuhaf hayaller evliyanın kerametleriyle bir tutularak insanlar imanından edilmektedir. İster el altından ister alenen olsun çarşı pazarda alınıp satılması ve kullanılmasının bu yüzden bir an önce önüne geçilmelidir, denmiştir. İstanbul’da bu gibi işlere kalkışanların sürgün, hapis veya kürekle cezalandırıldıkları bildirilerek bu süreçte başvurulacak yönteme ilişkin emsal de gösterilmiştir. Kalender meşrep bir çizgide olmadığı halde Mevlevilik de bu kültürden nasibini alır. Yalnız bu tarikatın prensip veya pratiği değil, kişilerin tercihidir. Bunun üzerine Tebrizi her ayetin bir iniş sebebinin olduğundan bahisle eğer peygamber döneminde olsaydı, bunun da haram kılınmış olacağını hatırlatır ve onlara Allah’ın rıza göstermeyeceği bu şeyden uzak durmalarını kesin bir dille emreder. İbn Battuta’nın yerinden gözlemlerinde: “Halk, İmam-ı Azam Ebû Hanife Hazretleri’nin mezhebindendir… Hepsi Ehl-i Sünnet’tir. Aralarında ne Kaderî ne Rafizi ne Mu’tezilî ne Hâricî ne de başka bir sapkın bulunmaktadır. Yüce Allah onları bu faziletleriyle diğer insanlardan üstün kılmıştır. Ama haşiş (esrar) çiğnemekten de çekinmiyorlar!”. Osmanlıların sırrını ele verense Hasan Bahri’nin Esrarkeşler adlı yapıtıdır. Önceliği edebi anlatı olmasına rağmen yeraltının müptela sakinleri hakkında gerçekçi ve bugün için dahi oldukça tanıdık görünümler sunar. Buna göre, bağımlılar arasında kibar muhit sakininden aşağı tabaka mensubuna varıncaya kadar her sınıftan kimse vardır. Kuru sarhoşluğun haramlığı bir yana bağımlısı ve toplum üzerindeki yıkıcı etkisi nedeniyle idare için giderilmesi gereken ciddi bir sorun olduğu ortadaydı ve nitekim 18. yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren mücadeleye başlandı. Ama bu mücadele bugün olduğu gibi o gün de kolay değildi, ne kadar baskılansa da bir yolunu bulup tekrar ortaya çıkan böylesi sinsi bir bağımlılığı kökünden kazımak bir tarafa, ekilip biçilmesi, kaçırılması, alınıp satılması ve içilmesi sorunlarının hepsinin birden başarıyla üstesinden gelinmesini gerektiriyordu. İlk aşama ekimi önlemekti, ama giyim kuşamdan ilaca lüzumlu pek çok şeyin yapımında asırlardır kullanılan kenevir bitkisinin işe yarar kısımlarına oranla küçük bir parçasından dolayı hemen tamamen yasaklanması beklenemezdi. Özellikle gemi yapımı gibi askerî açıdan önemli ihtiyaçlara karşılık veriyor, idaresine mahsus kurulan Kendir Emaneti aracılığıyla ekilip biçilmesi, nakil ve ihracı üzerinde dikkatle duruluyordu. Yanı sıra iyi de bir vergi kalemiydi. Bundan olacak ki, esrar, önemli bir sorun olmaya başlamasından ancak çok sonraları yasaklanabilmişti. Kenevir, sonunda Cemiyet-i Tıbbiye-i Mülkiye’nin kötüye kullanıldığında son derece zararlı olduğu doğrultusundaki raporu üzerine 1872 yılında yasaklanır. Bu yasak daha sonra 1876da genişletilerek tüm vilayet ve mutasarrıflıklara bildirilir, ama gerekli etkiyi yaratması haliyle vakit alır. 1886 yılına gelindiğindeyse gözle görülür bir yumuşama yaşanır. Ziraat Odası Reisi ve Tıbbiye Nazırı’nın katılımlarıyla düzenlenen bir toplantıda mesele enine boyuna tartışılarak ilaç yapımında pek tercih edilmediği ve alım satımının haram, istimalinin de zararlı olması gerekçeleriyle yasaklanmasının çiftçiler ve memleketin aleyhine olduğu dile getirilir. Hem zaten bunlar meselenin eczane ve aktarlarda satılıp satılmaması yönüyle alakalıdır ki bundan ecza ya da keyif verici olarak faydalanmayan çiftçileri ilgilendirmez. Dahası İzmir ve civar çiftçilerin bunu Mısır, Hindistan ve Çin’e götüren tüccarlardan elde ettikleri yüksek gelir göz göre göre Yunanistan’a terk edilmekte, bundan da en çok öşür geliri azalan devlet zarar etmektedir. Şu halde yasak bir an önce kaldırılmalı ama suistimallerin önüne geçmek için de ürün toptan tüccarına verilmeli, perakende satan olursa da cezalandırılmalıdır. Şura-yı Devlet, Ziraat Odası’nın bu teklifini, ekimin diğer ülkelerde de yasak, öşrünün ise hazine için kayıp sayılmayacak, oysa yasak kaldırıldığında ortaya çıkacak zararın telafi edilmeyecek boyutta olduğunu söyleyerek reddeder. Tahmin edilebileceği gibi gizliden gizliye veya kanunsuz yollardan ekime devam edilmişti. Geleneksel üretim tarzının hâkim olduğu ülkede bu ısrarın sebebi elbette bir tek esrarkeşlerin doyurulamaz talebini karşılamak değildi. Buna karşın Osmanlı idaresi günümüz yönetimlerinden farklı davranmayarak elde edebileceği endüstriyel ve ticari faydanın yanında devede kulak kalan sorunu gidermek için yine de yorganı yakmayı tercih etmişti. Günümüze örnek olacak bir basiret göstererek Osmanlı’da devlet, toplumun ve gelecek kuşakların kurtuluşu için ekonomik fedakarlık yapmıştı. Sınır tanımazlar Esrarla mücadelenin zorunlu bir safhası da ülkeler arası trafiğin önüne geçmekti. Yerelde ekimi tamamen durdurulsa dahi dışarıdan kaçırılan esrarın önü alınmadıkça ne keyif âlemlerinin dumanı dağıtılmış ne de dağıtılsa bile tekrardan peyda olmayacağı güvence altına alınmış olurdu. Osmanlı Devleti için kaçakçılık sorununun kaynağında bu işin adeta meslek haline getirildiği iki ülke, Yunanistan ve Mısır vardı. Bu suç odakları karşısında Mısır hükümetince sarf edilen onca çabaya rağmen çaresiz kalınıyordu. İngiliz işgali yıllarında nitekim artık pes edilerek son çare yasallaştırma yoluna gidildi. Ekim yasağının İstanbullu esrarkeşlerin rutininde ciddi bir sarsıntıya yol açmadığı tahmin edilebilir. Osmanlı Devleti bu maddenin topraklarına girmemesi konusunda gösterdiği hassasiyeti elinden geldiğince kendi topraklarından kaçırılmaması hususunda da göstermiştir. Bu işlerin sonu yok! Esrar tutkunları, kendilerine göre “esrarın oğulları” Bashilangeliler, “haşişi” Suriyeli, bohem Fransız ya da kural tanımaz dervişler gibi seçkin bir zümreye ait olsalar da başkaları için basitçe serseri güruhundan ibarettiler. Öncelikle dinen haddi aşmaktan günahkâr, kanunu çiğnemekten suçlu ve her ikisiyle oluşan geleneksel yapıyı bozmaktan ayıplıdırlar. Devlet başa çıkamayarak keneviri tıbbi ve endüstriyel onca faydasına rağmen sadece küçük bir parçasından dolayı tümüyle yasaklamıştır. 1. ve 2. Afyon (esrar) Savaşları Evet, bugün hala ben de böyle olduğunu düşünüyorum: Bu işin sonu yok. Faydalarına rağmen bir tuzak. Bu tuzağı biraz daha derin anlamak için kitapta yer almayan bir konuya girmek gerekiyor. Onur Gezer tezinde esrarın dünyaya yayılmasında Fransız, İngiliz etkisinden söz ediyor ama Çin ve İngiltere arasında yaşanan 1.ve 2. Afyon (esrar) savaşlarından söz etmiyor. Afyon Savaşlarının konusu (2); İngiltere’nin Hindistan’da ürettiği ve en önemli gelir kaynaklarından biri olan afyonu Çin pazarına sokmak istemesidir. İngilizlerin afyonu, yasadışı yollarla Çin’e sokması ve Çin hükümetinin de bu ürünlere el koyması sonucu yaşanan savaştır. İngiltere ve Çinli tüccarlar tarafından el altından Çin’e sokulan afyonun ticari değeri; 1832 yılında yaklaşık 15 milyon doları bulmaktaydı. Çin hükümetinin 1839 yılında aldığı bir kararla afyon kaçakçılığı için ölüm cezası getirilmiş ve bu durum İngiliz ticaretine büyük bir darbe vurmuştur. Çin hükümeti kararlı adımlar atarak limanlardaki İngiliz afyonlarına el koyarak yakmıştır. Bu durumu ticaret özgürlüğünün ihlali sayan İngiltere ise Çin’e savaş ilan etmişti. 1839 ile 1842 yılları arasında iki ülke arasında gerçekleşen savaş, tarihi kaynaklarda 1. Afyon Savaşı olarak yerini almıştır.1842 Nanking Antlaşması ile: Çin hükümeti yabancı tacirlere kolaylık sağlayan kapitülasyonları kabul etmiştir. Yabancılar iç ticarette etkin rol almış ve aynı zamanda misyonerlik faaliyetlerine Çin tarafından izin verilmiştir. İngiltere’ye tanınan haklar diğer batılı devletlere de tanınmıştır. Hong Kong, İngiltere tarafından bir deniz üssü olarak kullanılmaya başlanmıştır. Çin sömürüye açık bir hale gelmiş ve Çin’in bağımsızlığı büyük bir darbe almıştır. Savaş sonrası verilen imtiyazlar 1851 yılında gerçekleşecek olan Taiping Ayaklanması’na sebep olmuştur. 1856 ile 1860 yılları arasında gerçekleşen 2. Afyon Savaşı ise Çin ile İngiltere ve Fransa arasında gerçekleşmiştir. 1. Afyon Savaşı sonrası elde ettiği kazanımları arttırmak isteyen İngiltere, bir gemideki İngiliz bayrağının indirilmesini bahane göstererek bu savaşı başlatmıştır. Fransız bir misyonerin öldürülmesiyle de Fransa Çin’e karşı bu savaşa ortak olmuştur. 1860 yılında sona eren savaşın neticesinde Pekin Antlaşması imzalanmış ve Çin hükümeti; Batılılar için yeni limanlar ve ticaret kentleri açılmasını kabul etmiştir. Ayrıca bu savaş sonunda, yabancıların Pekin’e yerleşmelerine de izin verilmiş ve Çin’e yapılan afyon ticareti yasal bir statü kazanmıştır. Bu savaşı aklımızda tutarak bugün yaşadığımız kenevir tartışmalarını, kenevir tarımını yaygınlaştırmak için kurulan grupları, üniversitelerde kurulan ar-ge merkezlerini, bu konuda girişimcilerin halkla ilişkiler çalışmalarını (3) anlamak için tarihi iyi anlamamız gerektiğini düşünüyorum. Esrar ya da marihuana, kenevir bitkisinin çiçeklerinden ve tohum yataklarından elde edilen bir maddedir. Bu maddenin sanayileştirilmesinin toplumda esrar kullanımını arttırma olasılığı vardır. Bunu hiç kimse inkar edemez. Kenevir tarımı deyip yumuşatmak yerine esrar tarımı deseydik acaba kim bu işlerin peşinden koşar ya da destekçisi olurdu? Ya da; Osmanlı, kenevirin ekonomik faydalarına karşılık topluma verdiği zararları önleyemeyerek toptan yasaklamıştı da bugün ne değişti? Yoksa farklı bir kenevir savaşı mı yaşıyoruz? Ne demek istediğimi ifade etmek için şöyle sizi güldürecek belki de güldürürken düşündürecek bir bitiriş yapayım dedim https://x.com/sabriamcaparodi/status/1736359427559579731?s=46&t=kIFt25sgfh8UQe5gfmJANg