Kahraman mı, iş birlikçi mi? Osman Hamdi Bey’in ateşten gömleği
Seray Şahinler | [email protected] – Ressam, arkeolog, müzeci, bürokrat… Türk sanat ve arkeoloji tarihinin öncü isimlerinden biri, ilklerin mimarı Osman Hamdi Bey. Bugün dünyanın birçok yerinde müzayedeye çıkan, rekor fiyatlara satılan resimleriyle sanatın en saygın isimlerinden biri. Fakat ressamlığı kadar dünyaya nam saldığı, tartışıldığı bir yönü daha var: Arkeoloji alandaki çalışmaları. Arkeolojinin bir bilim olarak Osmanlı’da kabul edilmesi, arkeolojik kazıların organizasyonu, İstanbul Arkeoloji Müzelerindeki çalışmaları, kazılardan çıkarılan eserlerin muhafazası -yahut yurt dışına tartışmalı gönderilişi- gibi konularda başrol hep Osman Hamdi Bey’in. Çağdaş müzeciliğin kurulmasında öncü olmuş, 29 yıl boyunca İstanbul Arkeoloji Müzelerinin yöneticiliğini yapmış, tarihi eserlerin müzeye transferini ve teşhirini sağlamış, Bağdat’ta gerçekleştirdiği ilk arkeolojik çalışmaların ardından yasalaşma sürecini başlatmış, Nemrut’ta, Sayda’da, Lagina’daki çalışmalarında birçok önemli eseri dünya mirasına kazandırmış bir isim Osman Hamdi Bey. Öte yandan onun tek yasal sorumlu olduğu dönemde Osmanlı Hükümeti’nin izniyle yurt dışına çıkarılan eserler için kendisine yöneltilen ithamlar gündeme gelmeye devam ediyor. Son olarak, “Osman Hamdi Bey’in Öteki Yüzü: Eserlerimizin Zincirli’den Götürülüşü” adlı kitaba imza atan Yaşar Yılmaz, “Bir grup kıymetsiz baş”, “bazı lüzumsuz parçalar”, “benzeri müzede var” gibi gerekçeler sunduğunu iddia ederek Osman Hamdi Bey’i tarihi mirasın kaybında “iş birlikçi” olarak addediyor. Dönemin koşullarında bu kararı meşru bulan da var, Osman Hamdi Bey’i kişisel çıkarlar adına eserleri Avrupa’ya göndermekle suçlayan da… Osman Hamdi Bey’in arkeoloji dünyasına katkılarını, çok yönlü kişiliğini sayfalara sığdırmak imkânsız. Milliyet Arkeoloji olarak bu sayıda Osman Hamdi Bey’in Türk arkeolojisindeki yerini, bugünkü anlayışa katkılarını ve hakkında bitmek bilmeyen iddia ve tartışmaları masaya yatırdık…Prof. Dr. Mehmet Özdoğan: Koruma ilkelerini getirdiOsmanlı geleneksel bir topluluk. Çağdaşlaşma sürecinde, bütün kurumlarında bir değişim yaşıyor. Arkeolojide ise farklı bir durum söz konusu; arkeoloji Avrupa’da birbirinden farklı sorular soran farklı bir alan olarak gelişiyor. Araştırma ve inceleme alanları da Osmanlı İmparatorluğu içinde. Dolayısıyla Batı dünyasında gelişen bilimsel arayışlar kendi sordukları soruları yanıtlamak için Osmanlı topraklarına geliyorlar. O sırada Osmanlı’da öyle bir kaygı yok. Batılı araştırmacıların Osmanlı’da dolaşmaları başlarda şaşkınlık yaratıyor. Daha sonra kuşkulanma ve reaksiyon dönemi yaşanıyor. Osman Hamdi Bey ise bilimsel çalışma yapacak olanlar ile kötü niyetli davranabilecek maceraperestleri birbirinden ayırma geleneği getiriyor. Bu durumu ne tam reddediyor ne boyun eğiyor. Türk arkeolojisine bilimin evrensellik kavramını ve koruma ilkelerini yerleştiriyor. Ve bu gelenek daha sonra Cumhuriyet arkeolojisinin de temellerini oluşturuyor. Atatürk de Osman Hamdi Bey’in geleneğini doğru görmüş ve sürdürmüştür.“Baskıyı göğüsledi” O dönemdeki Osmanlı’yı anlamak gerekir, devletin üzerinde büyük baskıların olduğu bir dönemdir. Bu baskılara rağmen en şiddetli yasayı Osman Hamdi Bey çıkarmıştır. Bu da onun büyüklüğünü ve kararlılığını gösterir. Ona rağmen hükümetin ilişkiler açısından vermek istediği tavizler vardır ki Osman Hamdi Bey bu süreci en yumuşak biçimde atlatmaya çalışmıştır. Başta tarihi eserleri koruyan hiçbir yasa yoktu, eski eserler taş olarak görülürdü. İlk çıkan yasada Batılıların baskısını azaltmak için bulunan eserlerin çift olanlarının bir örneğini kazıyı yapanlara, bir örneğini Osmanlı yönetimine bırakma koşulu gelmişti. Eğer eser tek ise Osmanlı’ya bırakılırdı. Osman Hamdi Bey’in çıkarttığı esas yasada ise çıkarılan eserlerin tümü Osmanlı İmparatorluğu’na kalıyordu. Zaten kıyamet orada koptu. Batılı hükümetlerin bu karara büyük tepkisi olmuştur ama arka planda kararı takdir eden çok fazla bilim insanı vardır. Osman Hamdi, bürokrasinin bütün baskısını göğüsleyebilmiştir. Eski eserlerin korunmasında en sağlam yasayı da çıkaran odur. Temel soru “Geçmiş kime aittir” sorusuydu. Osman Hamdi Bey “Geçmiş evrenseldir ve getirdiği sorumluluk vardır” diyerek eser hangi ülkenin topraklarında ise sorumluluk ona aittir demiştir.Prof. Dr. Nevzat Çevik: Eser talanına son verdiOsman Hamdi Bey, dünya insanı bir Geç Osmanlı eliti olarak yüksek kültürel nitelikler gerektiren müzecilik ve arkeoloji gibi zor bir alanda, modern Türk müzeciliğinin ve arkeolojisinin başlangıçlarını oluşturmuştur. Osman Hamdi Bey arkeolojiden, bilimden, kültürden, sanattan, bürokrasiden ve en önemlisi müzecilikten anlayan, yönetim meziyeti de içeren kültürel niteliğiyle, zor zamanlarda bugünlerdeki çağdaş ilerlemeyi sağlayan geniş yollar açmış, Anadolu’yu bir arkeoloji laboratuvarına dönüştürecek ilk çalışmaları yapmıştır.Arkeoloji ve eski eserlere karşı çok mesafeli olan bir toplumda ve devlet yönetiminde bu işlere öncü olmak sandığımızdan daha zor olmalıydı. Osmanlı’nın en zayıf dönemindeki yoksulluk içerisinde arkeoloji gibi o günler için “çok lüks” görünen işlerin peşine düşmek hiç de kolay değildi.
Osman Hamdi Bey, Nemrut kazısında (1883)“Şükran borçluyuz” Pek çok önemli işlerinin yanında en önemli ilk işini 1883 yılında yeni bir Eski Eser Yasası’nı çıkartarak gerçekleştirmiştir. Âsâr-ı Atîka Nizamnâmesi’nin 37. Maddesi aynen şöyledir: “Memalik-i Osmani’de keşfolunan âsâr-ı atîkanın memalik-i ecnebiyeye ihracı memnudur.” Bu yasayla eser talanına ilk kez kesin olarak son verilmiştir. Hem öylesine zor bir dönemde eski eserlerin korunmasını sağladığı hem de ilk Türk kazı, araştırma ve müzeciliğini kurduğu için şükran borçluyuz. Anadolu kültür varlıklarının karanlık çağı olan 19. yüzyıldaki eser yağması ilk kez Osman Hamdi zamanında yasal olarak durdurulmuştur. Halkın ve yönetimin arkeolojiye ve eski eserlere karşı yeterince ilgili olmadığı bir dönemde bu işleri gerçekleştirmişken 1881’de göreve gelmeden önceki yarım yüzyıllık yağmaya karşı sorumlu tutulması haksızlıktır. Tablolarının Fransızlar ve Amerikalılar tarafından satın alındığı bilinmektedir elbet. Bu tabloları satın alanların Osman Hamdi’ye hoş görünmek ve eser kaçırma izni koparmak gibi amaçları da olabilir. Ama Osman Hamdi’nin bu aksta davrandığını söylemek için ikna edici belgelerin olmadığını, haksızlık yapıldığını düşünüyorum. Son olarak da Osman Hamdi, Sadrazam İbrahim Ethem’in oğlu olarak ve kendi iyi eğitim görmüş, önemli görevler yürütmüş biri olarak zaten oldukça varlıklıydı. 3-5 bin franga tenezzül edeceğini de pek sanmıyorum açıkçası.Arkeolog Nezih Başgelen: Çok yönlü incelenmeliOsman Hamdi Bey, 1881’de Müze-i Hümâyûn Müdürü Anton Dethier’in ölümü üzerine 11 Eylül 1881’de müze müdürlüğüne atanmıştır. Türk müzeciliği açısından dönüm noktası olan bu kararla Osman Hamdi Bey, müzenin yanı sıra Sanayi-i Nefise Mektebi’nin de müdürlüğünü üstlenerek döneminin kültür yaşamına damgasını vuran çalışmaları gerçekleştirebilmiş; Çinili Köşk onarılmış, yanına Sanayi-i Nefise Mektebi olarak, bugün Eski Şark Eserleri Müzesi olan bina inşa ettirilmiş, 1884’te eski eserleri devlet malı sayan ve bunların yurt dışına çıkarılmasını yasaklayan Âsâr-ı Atîka Nizamnâmesi çıkarılmıştır. 1883’te Adıyaman-Nemrut Dağı, 1887 Lübnan-Sayda (Sidon), 1891-1892 Muğla-Lagina kazıları, özellikle Sayda (Sidon) Kral Nekropolü’nde bulduğu lahitler tüm dünyada geniş yankılar yapmış ve İstanbul’da dünyanın sayılı müzelerinden birinin oluşmasına vesile olmuştur.Resimlere Dair İddiaResimlerinin alıcıları ve satış rakamları üzerinden ona yönelik suçlamalara gelirsek; önce onun ressam kişiliğine ve sanatının gücüne bakmak lazım. Sıradan bir ressam ve devlet görevlisi olsa ve eserlerine büyük paralar ödenseydi iddialar belki düşünmeye değer bulunabilirdi. Bu iddialara cevap verebilmek için öncelikle Osman Hamdi Bey’in karakterini iyi yorumlamakta fayda var. Ailesi, Osmanlı’nın seçkin bürokrat tabakasındandı ve ekonomik açıdan dönemin şartları göz önüne alınırsa durumu da hayli iyi sayılırdı. Eserlerine o gün fazla fiyat verildiği iddiası doğru olsaydı bugün bu eserlere itibar edilmemesi gerekirdi. Oysa o resimler hâlâ dünyanın en ünlü koleksiyonerlerinin birer servet ödemeye hazır olduğu resimlerdir. Onun döneminde Bergama, Priene, Milet, Zincirli, Sakçagözü gibi merkezlerde yapılan kazılarda çıkan eserlerin o dönemdeki yasal mevzuat çerçevesinde yurt dışına verilen bölümü ile ilgili olarak ise bugün çok farklı değerlendirmeler ve ciddi sorunlar bulunmaktadır. Bu sorunların kaynağı olan döneminin mevzuatı açısından Osmanlı İmparatorluğu’nda eski eserlerle ilgili ilk yasal düzenleme 13 Kasım 1869 tarihli Âsâr-ı Atîka Nizamnâmesi’dir. Beş yıl sonra yayımlanan 7 Nisan 1874 tarihli İkinci Âsâr-ı Atîka Nizamnâmesi’nde ise ilk defa, “âsâr-ı atîka” teriminin tanımının yapılmaya çalışıldığı görülmektedir. 22 Şubat 1884 tarihli üçüncü Âsâr-ı Atîka Nizamnâmesi ise Osman Hamdi Bey’in çabalarıyla hazırlanmıştır. Her ne kadar tahsili yarım kalmışsa da Avrupa’da hukuk tahsili görmüş bir müze müdürü olarak o günün şartlarında hazırladığı bu kanun o yılların şartları açısından önemli bir düzenlemedir. Onun döneminde hazırlanan 10 Nisan 1906 tarihli nizamnâme, Cumhuriyet Dönemi’nde de Eski Eserler Nizamnâmesi adıyla kullanılmış, dili değiştirilip içeriği korunarak, 1973 yılına kadar koruma konusundaki yegâne mevzuat olmuştur. Bu mevzuata göre hâfirlerin ülkelerine götürdüğü eserler ve bu konuda Osman Hamdi’nin rolü karşılıklı belgeler çerçevesinde ele alınarak değerlendirilmesi gereken üst politik ve diplomatik ve hassas bir konudur. Sonuç olarak, 1881’de Çinili Köşk’te sınırlı sayıda eserden oluşan bir koleksiyon olarak devraldığı müzeyi, 25 yılda görkemli özgün binaları, eşsiz koleksiyonları, kütüphanesi, kazıları, yayınları, rehberleriyle dünya çapında tanınan saygın bir imparatorluk müzesi hâline getiren bir değerimizin itibarı açısından son dönemde ona yöneltilen suçlamalar ele alınırken döneminin şartlarının ve belgelerinin çok yönlü irdelenmesi gerektiğini belirtmek isterim.
Troya Müzesi Müdürü Rıdvan Gölcük: Mirasına HaksızlıkOsman Hamdi Bey’i önce döneminde sonra onun içinde yer aldığı özel çerçevede anlamaya çalışmak lazım. Genel çerçeve şu: 19 yüzyıl sonunda konjonktürel olarak imparatorluğun en sert dönemlerindeyiz. Bırakın eseri, topraklarını dahi elinde tutmakta zorlanan bir imparatorluk var. 1869 Nizamnâmesi çıkmadan önceki sürece baktığımızda fıkıh hükümleri temeldi. Hadis şudur: “Rikazda humus (beşte bir) vardır.” Definenin beşte biri devletindir, beşte dördü ise bulanındır anlayışı vardı. Hukuksal olarak o güne kadar sınırları fıkıh çiziyordu ve kültür varlığı anlayışı henüz yoktu. Toplum ve hukuk, kültür varlığını böyle algılıyordu. Osman Hamdi Bey göreve başladığında kültür varlıkları konusundaki en son kanun ise 1874 tarihli Âsâr-ı Atîka Nizamnâmesi idi. Bu da kültür varlıklarının çıkışı konusunda herhangi bir engel koymuyordu. Peki o ne yaptı? Kanunlara yaslanarak kültür varlıklarının yurt dışına çıkmasının önünü mü açtı, hayır. Osman Hamdi Bey ateşten gömleği giydi ve 1884 Nizamnâmesi’ni çıkararak aslında başına büyük bela aldı. Bu nizamname eski eserlerin devlet malı olduğu ve yurt dışına çıkarılamayacağı esaslarını getirdi. Bugün yürürlükte olan 2863 sayılı Kanun’un omurgası budur. Osman Hamdi Bey de bununla beraber imparatorluğun çeşitli noktasında kazı yapan farklı ulustan insanların büyük düşmanlığını kazandı. Çünkü Osmanlı bu konuda büyük baskı altına alınmaya çalışıldı. O tarihte kazı yapanlar kaleme sarıldılar, günlük tutup kazı raporları yazdılar. Kişisel belgeleri incelerken ilk önce analize tabi tutmak gerekir. Maalesef Osman Hamdi Bey konusunda son söylenenlerin temel eksiği şudur: Analiz ve sentez yeteneğinden uzak saptamalar yapılmıştır. Ne hakkıyla analiz yapılabilmiş ne doğru senteze ulaşılabilmiştir. Tabii ki onun verdiği çabalar içinde görev aldığı süre içerisinde başarısız girişimler olmuştur. Ama şunu göz önünde tutmak gerekir ki Osman Hamdi Bey tek yetkili değildir. İmparatorun elinde yetki vardır ve kimi kararları bizzat kendisi alır. Tüm kötü hadiseleri Osman Hamdi Bey’e yüklemeye çalışmak onun mirasına büyük haksızlık. Toprak kaybedilen bir ülkede elinde eser tutmaya çalışan birinden bahsediyoruz. Türk müzeciliğinde sorun edeceğimiz bir şey varsa o da şudur: Neden Türk müzeciliğinde yeni Osman Hamdi Bey’ler yetiştiremiyoruz? O sistemin devam etmemiş olmasından üzüntü duyuyorum. Türk müzeciliğinin Osman Hamdi Bey’i tartışmak gibi bir problemi yok. Bu tartışmaları maalesef çok üzülerek izliyorum.Sanata Ve Tarihe Adanmış Bir Ömür Osman Hamdi Bey, Osmanlı’nın önemli devlet adamlarından Sadrazam İbrâhim Edhem Paşa’nın oğlu olarak 30 Aralık 1842’de İstanbul’da dünyaya geldi. Çok yönlü yetişmesinde ailesinin büyük rolü vardı. 1857 yılında hukuk tahsili için Paris’e gönderildi. Paris’teyken hem hukuk eğitimine devam etti hem Paris Güzel Sanatlar Yüksek Okulu’nda resim dersleri aldı. Aynı dönemde arkeolojiye ilgisi başladı. Ülkesine döndükten sonra çeşitli bürokratik görevlerde bulundu. 1877’de Maarif Nezâreti’ne bağlı olarak kurulan müze komisyonunun sekiz üyesinden biri, Müze-i Hümâyun Müdürü Philipp Anton Dethier’in ölümünün ardından ise 1881’de müzenin müdürü oldu. Onun döneminde Müze-i Hümâyun, İstanbul Arkeoloji Müzelerine dönüştü. 1884 yılında eski eserlerin yurt dışına çıkışını engelleyen Âsâr-ı Atîka Nizamnâmesi’ni çıkararak uygulamaya koydu. Bu nizamnâme Türkiye’de yürürlükteki tek eski eser yasası olarak 1973’e kadar önemini korudu. Osman Hamdi Bey, 24 Şubat 1910’da Kuruçeşme’deki yalısında hayata gözlerini yumdu.
“Yeşil Cami’de Kur’an Dersi” adlı tablosu