Vehbi Vakkasoğlu: ‘Üstad Necip Fazıl’ın ortaya koyduğu ideali hayata geçirememiş olmamız büyük bir eksiklik!’
Vehbi Vakkasoğlu ile röportaj: Aile içi kavgalar, cinayetler arttı, boşanmalar çoğaldı, evlilikler azaldı. Aile müessesesinin vaziyetini nasıl görüyorsunuz? Toplumdaki olumsuzlukların, uyumsuzlukların ve huzursuzlukların temelinde aile kurumunun zayıflaması yatar. Siyasetten ticarete, eğitimden akademik çalışmalara kadar her alanda bunun etkilerini görmek mümkündür. Çünkü evinde mutsuz olan fert, dışarıda da huzursuzluk kaynağı olmaya adaydır. Onu dışarıda mutlu etmek ise oldukça zordur. Örneğin, mutsuz bir akademisyenin huzurlu bir çalışma ortamı oluşturması, verimli eserler ortaya koyması beklenemez. Aynı şekilde, mutsuz bir siyasetçi de hırçınlıktan kendisini alamaz, uzlaşmacı bir tutum sergileyemez ve sürekli çatışma arayışına girer. Bu durum, bir tüccar, bir öğretmen veya toplumun diğer kesimleri için de geçerlidir. Aile, toplumun en küçük birimi olmasına rağmen, ferdin üzerine inşa edeceği tüm sahalara ve katmanlara yön veren temel yapıdır. Eğer sağlam bir aile temeli oluşturamazsak, manevi fay hatları üzerine bina edilmiş bir toplum inşa etmiş oluruz. Bu durumda ise, tıpkı Pisa Kulesi gibi eğri bir yapı ortaya çıkar ve ilk sosyal depremde yıkılma riskiyle karşı karşıya kalırız. Maalesef bugün, büyük bir üzüntüyle aile yapımızın böyle bir tehlikeye doğru evrildiğini, hatta giderek yok olduğunu gözlemliyoruz. Aileyi aile yapan temel unsurlar neler? Yani tekrar bunların yaşatılması nasıl olacak ve devletin buradaki rolü ne olmalı? Aileyi ayakta tutan temel unsurlar; sevgi, saygı, şefkat, paylaşım ve fedakarlıktır. Bu değerleri yaşatmak ve sağlıklı ailelerin oluşmasını sağlamak için toplumsal şuurlanma şarttır. Elbette devletin de bu noktada önemli sorumlulukları vardır. Devlet, gerçek bir ailenin kurulması için gerekli iktisadî ve sosyal zemini hazırlamalı, ailelere maddî olduğu kadar ve manevî de destek sağlayarak onların yükünü hafifletmelidir. Ancak unutulmamalıdır ki devletin rolü sadece kolaylaştırıcı olmakla sınırlıdır. Aileyi kuran ve ayakta tutan esas unsur, “yuvayı dişi kuş yapar” özdeyişinde de belirtildiği gibi annedir. Anne; şefkati, sevgisi ve özverisiyle aile fertlerini bir arada tutan, yuvasına sıcaklık ve huzur veren kişidir. Anneliği sadece biyolojik bir olgu olarak değil, içtimaî bir sorumluluk ve değer olarak yüceltmeliyiz. Ancak günümüzde maalesef, kadın sürekli olarak annelik rolünden uzaklaştırılmaya çalışılıyor. Kariyer adı altında, evinden, ailesinden ve en önemlisi de annelik gibi kutsal bir görevden koparılmaya çalışılıyor. Edebiyat, sanat, medya gibi içtimaî değerlerin şekillenmesinde etkili olan sahalarda, kadını yuvasından uzaklaştıran, anneliği değersizleştiren bir anlayış hâkim. Özellikle sanat ve edebiyat dünyasının, kadın ve aileye bakış açısını değiştirmesi gerekiyor. Topluma rol model olan sanatçıların, anneliği yücelten, aile değerlerini ön plana çıkaran eserler ortaya koyması büyük önem taşıyor. Günümüzde ev hanımlarına yönelik bakış açısı da oldukça sorunlu. Ev hanımlığı, “çalışmıyor” olarak algılanıyor ve bu durum kadınların özgüvenini olumsuz etkiliyor. Her türlüsüyle kadını yuvadan uçmaya, annelik alanını elinden almaya, bırakmaya hatta ve onu aşağı, hakir bir mesele olarak görmeye adeta heveslendiriliyor. Onun için hepimizin alanımız ne olursa olsun anneliği desteklememiz lazım. Baş tacı yapmamız lazım. Ayaklarının altına Peygamber Efendimiz’in müjdesiyle cennet verilen bir itibar makamını yeniden ona, o kutlu mevkiye vermemiz lazım. Oysa ev hanımlığı; çocuk yetiştirmek, evi çekip çevirmek gibi oldukça meşakkatli ve önemli bir sorumluluktur. Toplum olarak ev hanımlığına hak ettiği değeri vermeli, bu kutsal görevi küçümseyen yaklaşımlardan uzak durmalıyız. Uzun yıllar eğitimcilik yaptım. Görevim gereği şimdi de seminerler, konferanslar sebebiyle hanım kardeşlerimize “Ne iş yapıyorsunuz?” dediğimde “Çalışmıyorum, ev hanımıyım hocam.” diyorlar. Halbuki eğitimden temizliğe, yemek işlerinden çocuklarla ilgilenmeye kadar bütün işleri mükemmel yapan biri “çalışmıyorum” diyebilir mi? Ev hanımlığında para olmadığı için bu durum da maddeci bir anlayışa indirgenmiş vaziyette. Kadını para kazanıp kazanmamayla ölçüyoruz. Ve işin acı tarafı da bunu onlara kabul ettirmiş bulunuyoruz. Kısacası, anneliği bir “itibar makamı” olarak görmüyor oluşumuz, aile yapımızın zayıflamasına neden olan en önemli sorunlardan biridir. Bunu değiştirmek için hepimize büyük görevler düşüyor. Bugün kadına biçilen rol annelik değil bilakis kapitalist bir anlayışla annelik kötü gösteriliyor. Kadını da tamamen evden soyutluyor. Yani ona farklı bir anlayış tahakküm edilmeye çalışılıyor. Yani bir nevi ailenin aslında bozulmasının temel etkeni de yine burada yatıyor değil mi? Evet, aynen öyle. Aile, dört duvarı sevgi cennetine dönüştüren bir kurumdur ve bu kurumun baş kahramanı, baş eğitimcisi, şefkat kahramanı annedir. Siz anneyi o alandan dışarı çıkardığınızda, artık sabrı, sevgisi yıpranmış olarak işten dönen bir kadından nasıl dünyanın en ağır, en zor ama en şerefli, en huzur verici halini göstermesini bekleyebilirsiniz? Bu haksızlık değil mi? Sanki bir güvercine taş taşımayı görev olarak veriyorsunuz. Güvercin bir çakıl taşını bile kaldırsa yorulur, narin bir yapısı ve yaratılışı vardır. Yani bu bence bilerek yapılıyor. Dünyaya hâkim olan güçlerin, insanları köleleştirmek için sinsi bir gayretle ortaya koydukları sistem bu. İnsanları insan olmaktan çıkarıp sürüleştirmek için aileyi yıkmak istiyorlar ki daha kolay yutturulsun ve kendileri de varlıklarını, üstünlüklerini daha da pekiştirip daha çok kazansınlar. Bu oyuna gelmemek lazım ama maalesef bizim gibi düşünenlerin sesi cılız çıkıyor ya da konuştuğumuz ortamlar sınırlı, etkimiz az oluyor ne yazık ki. Aydınların, yazarların, eğitimcilerin sürekli toplumu bilinçlendirmesi gerekiyor. Üstad Necip Fazıl’ın “aydınlar aristokrasisi” dediği olgu olmadığı için de devleti de, toplumu da yönlendirici bir çözüm ortaya çıkmıyor. Mesela hükümetin düşük doğurganlık sorununa karşılık getirdiği kreş ve kira yardımı gibi palyatif ve geçici “çözümler” gibi. Bu tabloya baktığımızda oluşan sorunu nasıl çözebiliriz? Bahsedilen kreş, kira yardımı gibi teşvikler, nüfusu artırmada işe yaramayan yüzeysel, palyatif tedbirler. Avrupa ülkeleri de uzun yıllardır benzer maddi destekleri deniyor ancak bir sonuç alamıyorlar. Örneğin Almanya’da cömert çocuk ve işsizlik paralarına rağmen insanlar, kapitalist sistemin dayattığı bireysel ve tüketim odaklı yaşam tarzını bozmak istemedikleri için, çocuk sahibi olmaktan kaçınıyorlar ve toplum giderek yaşlanıyor. Çünkü bütün tedbirlerine rağmen -çocuk parası, işsizlik parası, vs.- insanlar yine de egoizmden kurtulamıyorlar. Kapitalist sistemin genel yönlendirmesinin dışına çıkamıyorlar ve bencilce bir tavırla çocuk kahrı çekmek, onların hayattaki yaşayış biçimlerini, zevklerini, tatillerini engelleyeceği düşüncesiyle, egoist bir düşünceyle kaçınıyorlar çocuk sahibi olmaktan. Çocuk sahibi olanlarda tek çocuk görüyorsunuz, iki tane olanı çok ender. Bizim de Batı tesirinde olan, Batı’ya doğru ilerlediğimiz durum oraya doğru evrildi. Allahtan doğu tarafımız henüz o tesirin altında yoğun olarak yaşamadığı için, gelenekler biraz daha hâkim olduğu için şimdilik durumu daha vahim hale gelmekten koruyor. Ama doğuya doğru da bu etki yayılmakta. Unutulmamalıdır ki, doğurganlık oranını artırmak sadece maddi desteklerle mümkün değil. Bu aynı zamanda bir ruh, bir ideal, bir maneviyat meselesidir. Ülkenin geleceğini düşünen, fedakarlıkta bulunmaya hazır, yani ancak bir dava şuuruyla yetişmiş nesiller çocuk sahibi olmayı tercih edecektir. Mesela sapkın LGBT hususunda millet endişelerini dile getirmek için 2023 yılına kadar protestolar düzenlendi, imza kampanyaları yaptı ve LGBT derneklerine yapılan fonların kesilmesini talep etti. Yani milletin desteğine rağmen bu sorun sorun çözüme kavuşturulmadı. LGBT gibi bir tehlikeye bile el atılamıyorsa nasıl düzgün bir toplum inşa edilecek? Evet, düşünme biçimimizdeki değişim burada kendini gösteriyor. “LGBT” ifadesinden de rahatsızım. Kaç yıldır kullanıyoruz bu ifadeyi? Diyelim ki 25 sene, hatta biraz daha ileriye gidelim, çeyrek asır. Peki çeyrek asır önce bu yönelimlere sahip insanlar yok muydu? Toplumumuz, özellikle de muhafazakâr Anadolu irfanı, bu insanları nasıl tanımlıyor ve onlara nasıl yaklaşıyordu? Kurtarmaya çalışırlardı, üzülürlerdi, nasihat ederlerdi. Her ne kadar bu noktaya gelmiş olsa da bu insanlara “hasta” gözüyle bakıyorlardı. “Rutin dışı”, “fıtrat dışı” olarak görülüyorlardı. İnsanlar yardım etmek istese de hem o kişiler hem de çevrelerindekiler tarafından mahrem bir mesele olarak algılanır, uluorta konuşulmazdı. Halkımız hassasiyet gösterir, yayılmaması ve kötü örnek olmaması için gençlerin ve çocukların gözünden, gönlünden uzak tutulurdu. Bir nevi eğitici bir tavır sergilenirdi. Elbette o zamanlar kullandığımız isimler farklıydı, şimdi onları burada zikretmeyelim. Yaptığımız bir hata var: “LGBT” ifadesini kullanmak. Açıkçası bu harflerin açılımını bilmiyorum. “LGBT” diyenlerin ne kadarı biliyor? İşi basitleştiriyoruz, daraltıyoruz. Sadece bu konuda değil, bu sapma, kökten kopma olaylara bakış açımızı değiştirdi, mücadele azmimizi zayıflattı. Örneğin eskiden “hırsız” denirdi, şimdi “yolsuz” deniyor. Hatta daha da ilginci, gençlerin “Onu da götürmüş abicim ya!” diye konuştuğuna şahit oluyorum. Öyle bir hayranlık ve özlemle söylüyorlar ki! “Vay be, ne kurnaz adammış, imkansızı başarmış!” Yani hoşgörülü bir bakış açısı oluşuyor. Neden? Çünkü hırsızlık gibi ürkütücü bir kelime değil, “Malı götürmüş” ya da “Köşeyi dönmüş” deniyor. Evet, altında olumsuz bir anlam yatıyor ancak kullanılan ifadeler insanların zihninde hırsız imajını yumuşatıyor, daha müsamahalı bakış açısına uygun hale getiriyor. Kelimeler çok önemli çünkü nasıl baktığımızı belirliyorlar. “Hırsız”, “ahlaksız”, “terbiyesiz”… Siz duydunuz mu son zamanlarda? Ben çevremde duymuyorum. “Etik kurallarına uymamış” deniyor. Yani? “Trafik kurallarını ihlal etmiş”. Canım, olur o kadar! Herkesin yaptığı bir şey! Olumlu bir bakış açısına doğru evriliyor. Oysa eskiden “terbiyesiz”, “ahlaksız” demek büyük bir hakaret sayılırdı. Yersiz yere söyleyenlere hemen tepki gösterilir, düzeltilmeye çalışılırdı. Kimse bu ithamlarla, bu kelimelerle anılmak istemezdi. Ancak şimdi işin boyutu değişti. Eğitimsizlik, kuralsızlık vesaire… LGBT konusunda da durum aynı. İşin vahim tarafı, Kur’an’da bir surede açıkça belirtilmiş, çirkin bir fıtrat sapması olduğu gerçeği gözlerden ve gönüllerden saklanıyor, örtbas ediliyor. Bir isim takıldı, oldu bittiye getirildi. Peki ya sonrası? Bir sürü dernek, bir sürü davranış biçimi, bir sürü düşünce, yaşam tarzında değişiklik… Bunlar da hiç hoşumuza gitmiyor. Fıtrat çizgisine aykırı, aile yapısına tamamen zıt, nesilleri yok edecek bir durum ama ne yapalım? “Onlar da onun görüşleri, saygı duyalım”a getiriliyor iş. Müslümanlar olarak bizim asıl meselemiz günahkarla değil, günahın kendisiyle. Bu noktada, söz konusu sapkınlığa sahip fertlerden ziyade, onları zehirleyen, bu eğilimleri aşılamaya çalışanlarla mücadele etmeliyiz. Evlatlarımızı “Cinsiyet değiştirme ameliyatını biz karşılarız, avukat masraflarınızı biz üstleniriz, her türlü imkânı sağlarız”, “Farklı cinsiyetler de var”, “Daha özgür olmalısın, erkek veya kadın olmak zorunda değilsin, üçüncü bir seçenek de var” gibi söylemlerle kandıranlarla mücadele etmeliyiz. Çünkü cinsiyet değiştirdikten sonra birçok kişi derin pişmanlıklar yaşıyor. Kullandıkları ilaçlar nedeniyle intihar vakaları hem Avrupa’da hem de Türkiye’de artış gösteriyor. Siz bu konuya nasıl bakıyorsunuz? Evet, asıl sapkınlık bu konuları teşvik edenlerde! Çocuklarımız masum, fakat özellikle hedef seçilip saptırılıyorlar. Bizler de bu gerçeği tam anlamıyla anlatamadığımız için batıla karşı koyamıyor, savruluyorlar. Asıl tehlike, sinsi bir şekilde hedeflerini gizleyerek “Bedenin senin, özgürsün, kimse karışamaz” gibi söylemlerle gençleri kışkırtanlarda. “Sapık” kelimesini asıl onlar hak ediyor! Bu tür bir hayat süren birkaç kişiyle karşılaştım. Biri vardı ki, o kadar munis, o kadar candan bir çocuktu ki… Ağlayarak anlatıyordu. “Ben böyleymişim, böyle yaşamaya başladım. Evden atıldım” diyordu. Ailesiyle karşı karşıya gelmiş, onların fikirlerine, inançlarına, kültürlerine karşı çıkmış. “Hocam, biz onlara nasıl saygı gösteriyorsak, onlar da bizim seçtiğimiz bu tercihe saygı göstermeli değil mi?” diye sordu. Ben tabii ki bakakaldım. Kırmak istemedim. Elinden tutmasam bile gönlünden tutup kaçırmak istemediğim için… Cevabım gecikince o da sürekli tekrarlıyordu: “Değil mi hocam? Mantıklı olan, aklı olan böyle düşünür değil mi? Acaba dinimiz ne der buna? Dinimiz saygı dini değil mi hocam?” Baktım, baktım… Çok üzüldüm. Onun da sesi titredi, gözleri yaşardı. Dedim ki: “Bir hasta doktora gitse, doktor hastalığını teşhis ettikten sonra tedaviyi erteler mi? Yoksa sizin gibi böyle sevecen, tatlı bir evlat… Bu hastalık değil, değil mi doktor bey? Böyle kalsa olur, değil mi? Alıştım ama ben bu hayata, böyle yaşamaya. Lütfen ilacı bırakın, tatlı dilli olmayı da unutun. Beni bu hale getirenlere de söyleyin. Karşılıklı birbirimize saygı gösterelim…” diyebilir mi? Yani çocukları böylesine basit laf cambazlıklarıyla bir şeylere inandırmışlar. Haliyle içinden çıkılamaz bir hala sokmuşlar. Oysa yapmamız gereken, evet, günahkarla uğraşmak değil, onu kurtarmaya çalışmak. Onlara maddi manevi dua eder, elimizden gelen her türlü imkanla fıtrat çizgisine çekmeye, yaratılış çizgisinde kalmalarına gayret ederiz. Ancak onları bu işe sevk eden, iten, destekleyen, her türlü “özgürlük”, “serbest yaşama”, “çağdaşlık” propagandasıyla ikna edenlerle savaşmalıyız! Bu düşünce, toplumu batıran ve bitiren bir düşüncedir! Her türlü fıtrat dışı çizgi gibi. Konumuz aile madem, aileyi konuşuyoruz… Aile olabilir mi LGBT’nin tarif ettiği, temsil ettiği insanlarla? Nesli kesik bir insan grubu oluşturacaklar. Acaba bu kimin işine yarayacak? Bunu kimler destekliyor? “Dünya nüfusunu fazla bulduk, daha kolay yönetmek için azaltmak lazım” diyenler akla gelmemeli mi bu konuda? Ailenin bilinçsizliğinin yanı sıra, okulun, müfredatın ve özellikle de öğretmenin büyük etkisi var. Sizin de öğretmenler üzerine yazmış olduğunuz kitaplardan dolayı bu soruyu sorma ihtiyacı hissediyorum. Günümüzde aile ve okul ilişkisi genellikle birbirinden bağımsız ele alınıyor. Öğretmenlerle ilgili kitaplarınız da mevcut. Aile ile okul arasındaki bağları koparmayacak, öğrenciyi din ve değerlerden uzaklaştırmayacak bir öğretmen profili çizebilir misiniz? Elbette. Benim “Sevgi Merkezli Eğitim” adında bir projem var. Bu projenin en önemli maddelerinden biri şu: Eğer gençleri gerçekten kimlikli, kişilikli, omurgalı ve faydalı fertler olarak yetiştirmek istiyorsak, eğitimi sadece okulla sınırlandırmamalıyız. Eğitim denilince sadece öğretmen akla gelmemeli. Evde okula destek verilmeli, hatta okula zemin hazırlanmalı! Çocuklar genellikle altı yaşına kadar evdedir. Beş-altı yaşına kadar eğitimin temeli atılmalı, tohumlar gönüllere ekilerek beslenmeli, bütünlenmelidir. Bu tohumlar gelecekte yeşerecek, önce fidan, sonra ağaç olacaktır. Belki kabiliyeti varsa ve uygun bir eğitimciye denk gelirse, kocaman bir Osmanlı çınarı bile olabilir. Evle okul uyum içinde olmalı. Ancak bu yeterli değil. Evi de bir okul gibi düşünmek gerek. Annenin başöğretmen, babanın ise ona destek veren ikinci öğretmen olduğu; sevgi, şefkat ve gönül üzerine kurulu bir okul gibi olmalı ev. Ev mektepleşmeli. Çocuklar kütüphaneli evlerde büyümeli. Fakat okulu da biraz eve benzetmeliyiz. Öğretmen, hanımsa anne gibi, erkekse baba gibi hissettirmeli. Bazen genç öğretmenlere seminerlerde bunu söylediğimde “Hocam daha yaşımız çok genç” diyorlar. “Kaçamazsınız bundan” diyorum. O zaman beyefendiler biraz ağabey, hanımefendiler biraz abla, anne yarısı gibi davranmalı. Böylece okulun o soğuk bilgi yüklemesi sevgiyle ısınacak, evin sevgi ve şefkat merkezli yapısı biraz mektepleşerek bilgi temeline oturacak. İşte o zaman evle okul gerçek anlamda barışacak ve birbirini destekleyecektir. Böyle bir durumda hiçbir fıtrat sapması yaşanmaz. Ancak ev ne yaparsa okul onu bozarsa, okul ne yaparsa ev onu bozarsa… Tabii ki bu kargaşadan fıtratı saptırmak isteyen, o kötü niyetli aktörler, gerçek sapık düşünceler kazançlı çıkar. Üstad Necip Fazıl’ın “Devlet tesisi olarak müstakil bir aile zabıtası ve mecburi aile kursları; tohumun ağacı ve ağacın yemişi elde edilinceye kadar muvakkat teşkilatın esas şubeleri.” şeklinde ifade ettiği sistem neden bir türlü hayata geçirilemedi? Bu konuda neler yapılabilir? Elbette sizin de bahsettiğiniz gibi, evle okulun uyumlu ve birbirine bağlı bir tasarım içerisinde olması bu dengeyi koruyabilir. Ancak Üstad, bunun da ötesinde “devlet tesisi olarak müstakil bir aile zabıtası” diyor… Böyle bir sistem kurulabilir mi? Son zamanlarda müfredat sürekli iyileştirilmeye çalışılıyor. Bu konuda sizin eksik gördüğünüz, beğendiğiniz veya “daha iyi olabilir” dediğiniz, önerileriniz veya çözüm önerileriniz varsa dinlemek isteriz. Üstad Necip Fazıl’ın ortaya koyduğu bu fikri bugün hala hayata geçirememiş olmamız büyük bir eksiklik. Ancak en azından şu yapılabilir: Okulu denetleyen -ki denetlemeyi olumlu anlamda, destekleyici ve kaynaştırıcı bir şekilde kastediyorum- ve eksiklikleri okul aile birlikleri aracılığıyla, ikinci adresleri okul olan velilerin de katılımıyla giderebilen bir yapı kurulabilir. Bunun yanında, evde oluşabilecek yanlış düşünceler konusunda da öğretmenler, samimi bir iletişimle velilere rehberlik edebilir, onları uyarabilirler. Tabii ki “teftiş etmek” gibi olumsuz bir algı yaratmadan, yönlendirici bir rol üstlenebilirler. Eğitim sistemi bugün ne yazık ki sorunlarla boğuşuyor, ancak iyi niyetle bir şeyler yapmaya çalışan, yeni bir heyecan ve çabayla işe koyulan insanlar da yok değil. Müfredat çalışmaları da bu çabaların bir parçası olarak değerlendirilebilir. Yeni müfredatı bizzat inceleme fırsatım olmadı, yoğun çalışmalarım sebebiyle bu kadar sayfalık bir metni okumak mümkün değil. Ancak bu konuda çalışan arkadaşlardan edindiğim bilgiler doğrultusunda olumsuzlukların da olduğunu söyleyebilirim. Bazı değerleri aşılamak için sadece ilgili dersi müfredata koymak, kolaya kaçmaktır. Örneğin, “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi”, “Siyer”, “Peygamberimizin Hayatı”, “Kur’an Öğretimi” gibi derslerden beklenen sonuçlar maalesef alınamadı. Bu derslerin çok daha verimli ve ilgi görmesi gerekirdi. Demek ki yeterince cazip hale getirilemediler, iyi tanıtılamadılar ya da uygun kitaplar ve öğretmenler bulunamadı. Öğretmenlerin şuurlu ve liyakat sahibi olması gerekiyor. Sınavı geçip atanmak yeterli değil. Öğretmenlik sadece kitaptan ibaret değil. Eşimin ücretli öğretmenlik yaptığı sınıfta öğrenciler Filistin’i ve Gazze’deki savaşı bilmiyorlar, hatta bazıları “İyi oluyor, bize ne!” diyor. Eşim durumu anlattığında ise şaşırıyorlar. Bu da gösteriyor ki, öğretmenlerin olaylara bakış açısı ve aktarım şekli çok önemli. Sadece kitap bilgisi yeterli değil, öğretmenin konuya hâkim olması ve bilinçli bir şekilde anlatması gerekiyor. Yeni müfredat konusunda heyecanlanmadığımı, hatta mesafeli durduğumu gören arkadaşlar ve yöneticiler oldu. Hatta bazıları bana sitem etti. Ben de onlara “Müfredat sonraki mesele. Hatta ders kitapları bile öncelikli mesele değil! Öncelikli olan öğretmen!” dedim. “Öğretmenden başlayalım, buyurun başlayalım. Bu müfredatı hangi öğretmen uygulayacak? En güzel kitabı yazıp öğretmenin önüne koysak ne olur? Mevcut öğretmenlerden kaçı o kitabı okuyacak ve kaçı o kitaptaki heyecanı öğrencilere aktarabilecek?” Öğretmen olmazsa olmaz! Öğretmen, Japonların II. Dünya Savaşı’ndan sonra yaptığı gibi, çayırda çimende, kara tahta ve tebeşirle gençlere muhteşem bir gelecek inşa etmeli! Kendi kültürleri çerçevesinde. Öğretmen, Almanların II. Dünya Savaşı’ndan sonra yaptığı gibi, yarı yıkılmış şehirlerde, olumsuz şartlarda bile, eğitime gönül vermiş fertler yetiştirerek, kendi kültür ve inançları doğrultusunda, teknoloji de dahil olmak üzere her sahada yine liderliği ele geçiren bir nesil yetiştirmeli! Dünyanın en güzel müfredatını hazırlasanız, en güzel kitapları yazdırsanız bile, öğretmen isteksiz olursa bir anlamı kalır mı? Artık “isteksiz” demeyeceğim, “başka şansı olmadığı için mecburen öğretmenlik yapanlar” diyeceğim, kusura bakmayın! Öncelikle öğretmeni bulacaksınız! Öğretmen her şeyden önemli! Manevi ağabeyim diye hitap ettiğim, “Bizim Anadolu” gazetesini çıkaran, davanın önemli isimlerinden Mehmet Emin Alpkan adında muhteşem bir insan vardı. Gençlik yıllarımızda Üstad’ı dinler, heyecanlanır, Milli Türk Talebe Birliği’nde hemen bir proje geliştirip soluğu Alpkan Ağabey’in yanında alırdık. Henüz çocuk yaşlardayız, ama o bize “dava adamı” gibi davranır, bizi onurlandırırdı. Projeyi büyük bir heyecan ve coşkuyla anlatırdık. Bize hep şunu sorardı: “Bunu kim yapacak?” Biz de “Biz yapacağız, bizi seçin!” derdik. O ise “Bunun delisi kim? Delisini getirin bana!” derdi. Heyecanımız geçince de “Olmaz, proje rafa kalktı! Eğitimi ayağa kaldıracağız da, bunun delisi kim?” derdi. Demek ki her iş için bir “deli” gerekliymiş. Fazla hesap işi değil, delilik gerekiyor. Ben Denizli’de öğretmenlere dair “Bir Sevda’dır” adlı bir kitap yazdım. Meslektaşlarım “Gençler, ‘Hocam, aşk romanı zannettik’ diye yazmışlar. ‘Bir Sevda’dır’ yazısını büyük yazmışsınız, ‘öğretmen’ kelimesini ise küçücük!” diyorlar. Ben de “Algınızda bir yanlışlık yok, gerçekten bir aşk kitabı bu! Bir öğretmen mesleğine aşık değilse, mesleğinin heyecanı diğer bütün heyecanlarının önüne geçmiyorsa, o eksik bir öğretmendir. Öğretmen sadece öğreten değil, aynı zamanda eğiten kişidir!” diyorum. Sadece aile değil, toplumu ayakta tutan tüm unsurlar sorunlu. Örneğin, İslam’a yönelik saldırılar giderek artıyor. Belki siz de fark etmişsinizdir; insanımız kendine yabancılaşmaya ve kimliğini kaybetmeye mi başladı? Bunu nasıl yorumluyorsunuz? Evet, bu durum, dini, imanı, Allah’ı, o güzel inancı anlatanların eksikliğinden kaynaklanıyor. Kendimi de içine katarak söylüyorum, en gerilerde duranlardan biriyim. Kullandığımız dilden, gençlerle kuramadığımız iletişimden, onları etkileyecek dili bulamayışımızdan kaynaklanıyor bu. Bunu özellikle Üstad Necip Fazıl’ı hatırlayarak söylüyorum. 1964 yılında İstanbul’a ilk geldiğimde, onun evladı yaşında bir gençtim. Bizimle iletişim kuruyor, gönlümüzü fethediyordu. Okul derslerini çok ihmal ettim ama Üstad’ın -Kadıköy’deki bir konferans hariç- hiçbir konferansını, hiçbir cumartesi sohbetini kaçırmadım. Bizi zorlamıyor, yoklama almıyordu ama elimizden değil, yüreğimizden yakalıyordu. Karizmatik tavrıyla, o heyecanı gönüllerimize işliyordu. Çünkü din sadece akıl işi değil, önce gönül işidir. Gönüle hitap edemeyince olmuyor… Peki neden edemiyoruz? Çünkü o samimiyeti gösteremiyoruz! Samimiyet taklit edilemez! Samimiyet “biraz var, biraz yok” olmaz! Ya vardır ya yoktur! Demek ki anlatanlar, yazanlar, söyleyenler, STK başkanları, yöneticiler, toplumda adı sanı bilinenler, medyatik isimler… Hepsi daha çok kendi günahlarını düşünüp “Nerede yanlış yapıyoruz?” diye sormalı. Bana sorarsanız tek cümleyle özetleyeyim: “Gönüllere giremiyorlar!” Akla hitap ederek olmaz bu iş! Önce gönüle girmeniz lazım! Gönlüne giremediğiniz insanın aklına da giremezsiniz! Aşkını, samimiyetini veremediğiniz bir davanın bilgisini de doğru düzgün anlatamazsınız. Gençler de daha cazip buldukları yerlere yöneliyor. Sorun tam da bu! Sorun Batı’nın güçlü olması değil, asıl sorun hakkı ve hakikati savunanların sesinin kısık çıkması. Onlar kazanmıyor, biz kaybediyoruz! Kaleyi boş bırakıyoruz, şeytanın avanesi de gol atıyor! Kalede bir kaleci olsa, o haylazlıklarını, o çirkefliklerini gösteremezler! Suç bizde! Bizim yenilgimiz, onların zaferi değil. Ancak unutmamak gerekir ki, şeytanın işi bozmaktır. Yıkmak kolaydır, tamir etmek ise imanın işidir. Güzellikleri onarmak, inşa etmek incelik ister, kuyumcu titizliği ister, çile ister, emek ister, sabır ister, gözyaşı ister… Tüm bu kelimeler bana hep Üstad’ı hatırlatır. Oysa şimdi etrafta gördüğümüz; dünya işlerini yoluna koymuş, “kürsüden ahkam kesen”, Sultanahmet köftecisinden yeni çıkmış duyarsız adamlarla bu işler olmaz! Üstad’ın “Büyük Doğu” ideali, Müslümanları güzel ve İslami bir sistemle buluşturmayı hedefliyor. Bu ideal, eski rejimi, laik düzeni ve o kanunları ortadan kaldırarak, herkesin, hatta karşıt görüşlü insanların bile insanca yaşayabileceği bir sistem öngörüyor. Böylesine bir kötüleşme ve yozlaşma sürecinde, bir önceki soruda da sorduğum gibi, insanımızın kendine ve değerlerine yabancılaştığı bu dönemde, “Büyük Doğu” idealinin şuurlu insanlara aktarılması için gerçekten etkili çalışmalar yapılması gerekiyor mu? Siz bu duruma nasıl bakıyorsunuz? “Büyük Doğu” idealine ve bu idealin temellerini atan, kendi ifadesiyle hem teşkilatçısı hem temsilcisi, her şeyi olan Üstad Necip Fazıl’a ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Çünkü “Sevgi Merkezli Eğitim” projemin en önemli noktalarından biri şudur: “Örneksiz eğitim olmaz!” Sadece teorik bilgilerle bir davanın heyecanını yaratamazsınız, o davayı bir cazibe merkezi haline getiremezsiniz. Gençler daha cazip şeyler bulduklarında kaçarlar, onları tutamazsınız! Gençler hareketli, dinamiktir, adları üstünde “delikanlı”dırlar! Heyecan dolu genç kızlarımız var! Onlar donuk, sönük, cılız, kimliksiz ve kişiliksiz görünen -gerçekten öyle olmasalar bile- insanlara bağlanmak istemezler. Örnek isterler, önder isterler! İşte bu noktada soruyorum: Üstad Necip Fazıl değilse kim örnek olacak? Onun şiirleri bugün okullarımızda, öğrenciler ve öğretmenler arasında ne kadar konuşuluyor? Geçenlerde bir bilgi yarışmasında “Sakarya Türküsü” soruldu. Yarışmacı “Sakarya” ile efsaneleşti! “Sakarya” dedi, “Çok heyecan verici bir şiir” dedi. Ama üniversiteli bu genç, o kadar övdüğü halde Üstad’ı hatırlayamadı! Şiiri hatırlayamadı, doğal olarak şairi de hatırlayamadı! O şiirin verdiği heyecanı şimdi nasıl vereceğiz? Bir insanın hatıralarını, hikayelerini anlattığınızda, onu sevdirdiğinizde; inancını da, ahlakını da, ibadetini de, davasını da sevdirirsiniz. Bir taşla on kuş, yüz kuş vurursunuz! Ancak örneksiz anlatıyorsanız, her şeyi tek tek açıklamak zorunda kalırsınız ve bu da zordur. Üstelik bu yol, “hazıra konmayı seven”, “kolay sindirilebilir” şeylere heves eden günümüz gençleri tarafından da pek benimsenmez. Unutmayalım ki, bu iş aşk ve sevda işidir! Öğretmenlik, eğitimcilik gönüllere dokunma sanatıdır. Kendinizi sevdiremezseniz veya anlattığınız davanın öncüsünü sevdiremezseniz, işiniz çok zorlaşır, insanları kendinizden uzaklaştırırsınız. Bu konuda samimi düşüncem bu, yayınlayıp yayınlamamakta serbestsiniz. Nazım Hikmet hayranlarını takdir ediyorum! Olmayan bir heyecanı bile coşkuyla anlatıyorlar! O kadar çok anlatıyorlar ki… Ben 25-26 Mayıs’ta kendi çapımda birkaç konferans verdim, televizyon programlarına katıldım ama dediğim gibi; sınırlı, çerçeveli, cılız sesler bunlar… Sadece gelen teklifleri kabul ettim, gittim, konuştum. Ama her yerde Nazım Hikmet anıldı! Anılsın elbette! Kıskançlığımız yok. Ancak Üstad ile kıyaslanamaz bile! Bugün eğitime, insanımızın ruhuna, köklerine paha biçilemez katkılarda bulunmuş bir isimken… Üstad nerede, sevenleri nerede? O gür sesiyle belki duymayanlar da duyardı! “Öyle bir ses varmış, eserlerini, şiirlerini okuyalım” derlerdi. Böyle bir etki oluşturamadık! Sadece sevenleri dinledi. Üstad’ı andık, ruhuna Fatiha gönderdik. Üstad’ın artık ne övülmeye ne de sevilmeye ihtiyacı var… Ancak bizim ona ihtiyacımız var! Teşekkür ederim hocam. Ben teşekkür ederim. Aylık Baran Dergisi 30. Sayı, Ağustos 2024