Yılmaz Yalçıner Ağabeyi duayla anıyoruz

0

ALİ KANTARCI  İSTANBUL İslam’ı dava edindiği ömrünü keskin mücadelelerle geçiren gazetemizin emektar isimlerinden Yılmaz Yalçıner, vefatının üçüncü sene-i devriyesinde rahmetle ve dualarla yâd ediliyor. Kalemini hak ve hakikat nâmına eline alan, 1963 yılında başladığı gazetecilik mesleğinde daima doğruyu yazan Yalçıner, Üstad Necip Fazıl Kısakürek ile çalışmanın yanı sıra Sebil Dergisi Yazı İşleri ekibinde yer alarak Üstad Kadir Mısıroğlu ile de yol arkadaşlığı yaptı. Çeyrek asrı aşan süre boyunca Cuma, Vakit ve Akit’te mesai yapan Yılmaz Yalçıner, naif üslubu ve eşsiz tespitleriyle daima adından söz ettirdi. 12 Eylül darbesine tepki olarak 1980 yılında 3 arkadaşı ile birlikte uçak kaçırma teşebbüsünde bulunduğu gerekçesiyle ömrünün 11 yıl 7 aylık süresini cezaevinde geçiren Yalçıner, böbrek yetmezliğine bağlı gelişen rahatsızlıklar nedeniyle tedavi gördüğü Muğla Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde 7 Aralık 2021’de 75 yaşında hayatını kaybetti. Yılmaz ağabeyin cenazesi Nakkaştepe Mezarlığı’nda medfun bulunuyor. Diyarbakır Cezaevi’nde işkence ve zulümlerle geçen günlerinin ardından 1991 yılında tahliye olan Yalçıner, gazetemizde büyük ilgi gören “Arşiv” ve “Evim Evim Güzel Evim” sayfalarını yayına hazırladı. Yalçıner, o günleri şöyle anlatmıştı: “Cezaevinden çıktığımda herkesin ‘bir vebalı görmüşcesine benden kaçtığı’ dönemde Cuma dergisi, hemen ardından Vakit ve Akit, mesleğime dönmeme vesile oldu. Müteşekkirim. Çeyrek asrı aşkın bu çatı altında, yazdım, çizdim…”
Yılmaz ağabey, bugün saat 14.00’da İstanbul Nakkaştepe’deki mezarı başında Kur’an-ı Kerim okuyup dualar edilerek anılacak. Yılmaz Yalçıner’in 3. Vefat yıldönümü! Unutma beni, unutama beni Merhum yazarımız Yılmaz Yalçıner’in 3. vefat yıl dönümünde, onunla beraber gazetecilik yapan, 12 Eylül darbesi sonrasında aynı koğuşta yıllarca aynı çileleri çeken, cezaevi sonrasında da ona yoldaşlık eden Mekki Yassıkaya, birlikte geçirdikleri o zorlu günleri Akit okurları ile paylaşıp kadim dostunu rahmetle yâd etti… İşte Mekki Yassıkaya’nın kaleminden Yılmaz Yalçıner… Türk halk ozanı, Türkmen/Abdallık kültürünün ve müzik geleneğinin son büyük temsilcisi olan ve BOZKIRIN TEZENESİ olarak tanınan arif ruhlu insan Neşet ERTAŞ gerçek seveni/sevgiyi, dostluğu hatırlatarak “SANIRSIN Kİ SEVENİM ÇOK, DOSTUM ÇOK… SONRA KÖTÜ BİR ŞEY OLUR, SONRA DÖNÜP BİR BAKARSIN Kİ .. ARKANDA GÖLGENDEN BAŞKA KİMSE YOK!..” der. Yaşanmışlığın canlı tanıklığını yapar. ‘Bizler artık hatırlanmayız’ derdin Bugün senin sıkça “Mekki artık zaman akıp geçti. Bizler artık hatırlanmayız. Bizi tanıyıp bilen de kalmadı, olanlar da unuttular, unutur görünürler. Bulaşmayalım gayrı derler” diye dillendirdiğin zamanlar olurdu yalnızlıktan bizar olduğun anlarda telefonla arayıp dertleştiğimiz, kederimizi neşemizi telefona döküp topladığımız demlerde… Sahi ne günler yaşadık değil mi abiciğim unutulmazlar arasına kazık çaktığımızı zannettiğimiz. Her sayısına kelepçe vurulan gazetelerimiz Mesela ŞÛRÂ ve TEVHÎD’i yayınladığımız günler. Her sayısına kelepçe vurulan, her sayfasına davalar açılan gazetelerimiz, hayat damarlarımız, can suyumuz, heyecanımız, sevdamız, aşkımız, gayemizin, ideallerimizin, ufkumuzun azığı olan gazetelerimiz. Hatırla abi, solda Cumhuriyet ve bizim cenahta gazetelerimiz; ŞÛRÂ ve TEVHÎD, tirajda yarışanlardık ve biz 3-4 bin adetle hep önde idik. 44 binlere ulaşmıştık ve neredeyse hiç iadesi olmayan gazetelerdi. Her hafta basın savcılığınca toplatılma kararı alınmış gazeteyi toplamaya gelmiş polisler anca 2-3 gazete müsadere edebiliyorlardı. Yayına son verdiğimizde cilt yaptıralım demiştik de 100 adedi anca evlerimizden alıp geri getirdiğimiz gazetelerle tamamlayabilmiştik. Tüm şehirlerde yok satıyorduk. Her sayısı merakla, heyecanla bekleniyordu… Sadece okurlarımız mıydı bekleyen? Değildi elbette neredeyse her sayımızın baskısını temaşa etmeyi bir zorunlu görev olarak addeden biri daha vardı; Son Havadis gazetesinin sahibi merhum Mustafa Özkan. Gazetelerimizi onun o zamanların en modern baskı tesisi olan ofset baskı makinalarında bastırıyorduk. Perşembe akşamları bizden önce makinaların çalışmasını en iyi görebileceği yere koltuğunu koydurur zevkle gazetenin baskısı bitinceye kadar seyreder sonra “Yalçın kolay gelsin!” diyerek gece yarısı evine giderdi. Sen yine böyle günlerden birinde “Ya Mustafa bey hayırdır, senin gazeten değil ama her hafta buradasın, yoksa gazetemizin her sayısının toplatılmasından mı gocunuyorsun?” diye sormuştun da “Yok ya ne gocunması, ben zevk alıyorum sizin gazetenin basımından. Şu makinaları aldık şöyle zevkle heyecanla döndüremedik. Tam hızını alıyor, baskı bitiveriyor, ama haftada bir olsun sizin gazete ile makinalar matbaa olduğunu hatırlıyor, ben de işte o zevki yaşamak için geliyor seyrediyorum” diye biraz da gözü nemli cevap vermişti. Belki de seninle Ankara’da onun gazetelerinde çalıştığınız günleri hatırlıyor gibiydi kim bilir. O günlerin hiç bitmeyeceğini, unutulmayacağını düşünüyor aşkla şevkle yeni günlere doğuyordu güneşimiz. Ama öyle olmadı be abiciğim. Biliyorsun biz gazetelerimizi çıkarırken bozulmayacak prensiplerimiz vardı. Bunlardan önemli olanı paralı reklam ve ilan almamaktı. Gazetelerimiz o günün şartlarında çok satıldığı için reklamlarla okuyucumuzu yanlışa yönlendirmekten, vebal almaktan korkuyorduk. Sadece kendi isteğimizle yayınladığımız bir iki reklam oldu, kutucuklar halinde, parasız meccanen. Tam da düşündüğümüz gibiydi netice. Reklamını yaptığımız firmalar alıp başını gitmişti okuyucularımızın hüsn ü teveccühleriyle… Biri bir yıl içinde 7 şehirde şube bile açmıştı. ‘Unutulmak’ dedim ya, bunu çok acı bir şekilde yaşayarak tatmıştım. Malatya mahbesinden azad olduktan birkaç yıl sonra idi. İşte o reklamını yaptığımız ürünlerden birinin sahibiyle Saraçhane’de karşı karşıya geldik. Elimi uzattım, selam verdim. “Hayırdır kimsiniz siz, sizi tanımıyorum” diye mukabelede bulundu. Ben Mekki. Şûrâ gazetesi, Tevhid gazetesi, Aksaray, uçak… Diyarbakır falan diye kendimi tanıttıysam da nafile. Tanımadı. Tanımak istemedi. Karşılıksız reklamını yapan dostları değildik. Galiba bu ilk olmayacaktı, olmadı da. ‘Mekki yanınıza bir sevenimi de alın dördünüz toprağa verin’ dedin, tam istediğin gibi oldu Sen insan selinin akıp gittiği Marmaris’te kendine has yaşam tarzınla yalnız kalmayı becerdiğin demlerde, zaman zaman duvarlara konuşmaktan bıktığın vakit telefonlaştığımızda ölümü hatırlayıp “Mekki tabutumu yanınıza bir sevenimi de alın dördünüz taşıyın, toprağa siz verin kalabalık istemem” der dururdun. Tam da istediğin gibi olmuştu. Seni asla unutmayan hayırla yâd eden Batman’dan, İzmir’den, Mardin’den kopup gelen 31. Koğuş’un vefalı, çileli, asil, fedakâr evlatları ve bir avuç seveninle seni sevdiğin Rabbine emanet etmiştik. Onlar gerçekten dost idiler. İşte bugün de sana dostluklarını sunuyor seni rahmetle anıyorlar. Özlemişsindir, zira onlar her fırsatta seni unutmadıklarını ve özlemlerini dile getiriyorlar.

Leave A Reply

Your email address will not be published.

File not found.