‘Zihin İşgaline Karşı Seferberlik’ – Yeni Akit
İşte Stratejik Düşünce Enstitüsü Yazarı Alper Tan’ın kaleme aldığı ‘Zihin İşgaline Karşı Seferberlik’ başlıklı o yazısı; Müslüman olmakla, Türk olmakla iftihar etmek, Türkçülük yapmak, İslami sakal uzatmak, takke giymek, başörtülü tesettür kıyafetleri giymek ama Yahudi tezlerini savunmak, “yılbaşı” diyerek “Noel kutlamak,” İslam’ı demokrasiye, Kur’an’ı, sürekli değişmekte olan “bilim”e uydurmaya kalkışmak. Müslüman olduğunu söylemeye utanmak. “Müslümanım” demek ama Müslüman olmanın esasını oluşturan “Kelime-i Tevhid”in yazılı olduğu bayraktan rahatsız olmak hatta nefret etmek. Şapkasında, kıyafetinde ABD, İngiliz bayrağı taşımayı bir gurur vesilesi görmek. Daha bir asır evvel ülkemizi işgal ederek coğrafyamızı paramparça eden İngilizi, Fransızı ve devletimizi yıkmaya çalışan Amerikalıyı dost kabul edip, bunlar ülkemize saldırırken bizimle aynı cephede savaşan, şehit olan Arabı, düşman görmek ve küçümsemek. “Benim annem de başörtülüydü,” “dedem de hacıydı” savunması yapıp, İslam’a saldırmak. Çağdaşlık, medeniyet kılıfıyla Hristiyan gibi yaşamak… Böyle bir toplumda, kanun olsa bile ahlak olmaz. Ahlak olmayan yerde de kural olmaz. Kuralsızlık ise kargaşa ve çatışma üretir. Bu da, maddi-manevi gelişmeye, kalkınmaya manidir. Ne yazık ki toplumda bu sorunlar yaşanıyor. Doyumsuzluk, hazımsızlık, helal-haram fark etmeksizin zengin olma hırsı, koltuk-makam ihtirasları. Tembellik, kolaycılık, zorbalık. Söylem olarak savunmakla birlikte milli ve İslami değerlerden fiilen uzaklaşma.. Değerlerin, kavramların içinin boşaltılması, helal-haram hassasiyetinin zayıflaması.. Kısacası toplumsal yozlaşma ve çürüme.. Ne yazık ki bu haldeyiz. Peki bu hale nasıl geldik?
ÖNE ÇIKAN VİDEO Bunun dahili ve harici bir çok sebebi olmakla birlikte, aşağıdaki paragraflar çok önemli şeyler anlatıyor bize. Rahip Samuel Zwemer, 1935’te Kudüs’te düzenlenen Misyonerlik Konferansı’nda, Müslümanlara dair misyonerlik çalışmalarının nasıl yürütülmesi gerektiğini anlatırken, orada bulunan misyonerlere şu tavsiyelerde bulunuyor: ‘’Sizden Müslümanlar’ı Hıristiyan yapmanızı istemiyoruz. Sizin asıl göreviniz Müslümanlar’ı İslam dininden çıkarmak değildir. Doğumlarından ölümlerine kadar haç takmasınlar, Kiliseye gitmesinler, vaftiz olmasınlar ama Hıristiyan gibi yaşasınlar. Bunu çağdaşlık adı altında yapın. Allah’ı ve Peygamber’i tanımayan bir nesil büyük işlerle ideallerle uğraşmaz; idealsiz, mefkûresiz yaşarlar. Rahatı, tembelliği parayı ve nefislerini sever; arzu ve şehvetlerini tatmin için uğraşırlar. Müslümanlar’ı vaftiz etmek için boş yere çabalayıp durmayalım. Başka yollar, başka çareler deneyelim. İslam memleketlerinde girişeceğimiz faaliyetlerde onlara, Hıristiyan adetlerini, Hıristiyan bayramlarını, Hıristiyan kültürünü, Hıristiyan ahlakını aşılayalım.” “Bir Müslüman’ın doğumundan ölümüne kadar kimliğinde Müslüman yazabilir, fakat bir Hıristiyan gibi yaşayarak cami önündeki teneşire yatmalıdır. Kiliseye gelmesine gerek yok, varsın camiye gitsin.” Çok acı ama maalesef vaziyet böyle. İngiliz tarihçi Arnold J. Toynbee, bir röportajında, daha sonra mizah dergilerine de mevzu olacak şekilde “Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı”nı şöyle tanımlıyor. Türk kimdir? “Türk vatandaşı İsviçre medeni kanununa göre evlenen, İtalyan ceza yasasına göre cezalandırılan, Alman ceza muhakemelerine göre yargılanan, Fransız idare hukukuna göre idare edilen ve sadece İslam hukukuna göre gömülen kişidir.” Bu sözler çok çarpıcı tespitlerdir. Bütün bunlar, “medenileşme” kılıfı altında oldu. Ama medeniyet bu değil. Kişi, kendi kimliğine saygı duymuyorsa hiç kimse ona saygı duymaz. Ne yazık ki zihinlerimiz öyle bir işgal altında ki işgal kuvvetlerinin beynimizde olduğunun şuurunda bile değiliz. Düşmanlarımızın idealleri uğruna dostlarımıza ve atalarımıza saldırabiliyor kendi dinimize hakaret edebiliyoruz. Bu konuda uyaranları ise “geri kafalı” olmakla, “komplocu” olmakla, “dünyayı tanımayan” olmakla itham ediyoruz. Son 20 yıldır ülke ve millet olarak gerçekten büyük işler yaptık. Vesayet odaklarını dağıttık. Ülkemizi özgürleştirdik. Devletimizin bağımsızlığını sağladık. Sanayide teknolojide iftihar edilecek mesafeler aldık. Devasa barajlar, harika yollar, muhteşem binalar inşa ettik. Ama toplumsal zihin hala ciddi bir işgal altında ve bu işgal pek de zayıflamıyor. Aksine bazı konuları, “nasıl olsa hallettik” rehaveti dolayısıyla alttan alta daha da artıyor. Hükümet olarak, devlet olarak geç kalmadan, hızlı, önemli, tutarlı ve esaslı adımlar atmalıyız. Bu konuda da bir devrime ihtiyaç var. Eğer bunu yapamaz isek maddi konularda elde ettiğimiz terakki ve üstünlükler boşa gidebilir. Çünkü bir noktadan sonra üstün teknolojiler, devasa sanayiler, ölüm kusan silahlar, sınırsız para veya milyonlarca askerinizin olması pek de işe yaramıyor. Elde ettiğiniz gelişmeleri gönül rahatlığı ile emanet edeceğiniz nesiller olmazsa her şey kaybolabilir. Esas güç, sayılardaki çokluk veya maddi üstünlükte değil, ahlaki ve manevi üstünlüktedir. Tarihte defalarca olduğu gibi, azın, çoğu yendiği, zayıfın güçlüyü devirdiği, imanın, küfre meydan okuduğu ve zafer kazandığı örnekler yine tecelli ediyor. Bir örgüt olan Taliban’ın zalim süper devletlerden oluşan koalisyonu mağlup ederek ülkesinden kovuğu, bir avuç imanlı topluluğun, küçücük Gazze’yi süper güçlere mezar haline getirdiği günlerden geçiyoruz. Manevi gücü zayıf olanlar, maddi olarak büyüdüğünde korkunç bir zalim olabiliyor. Fert, aile, millet, hükümet ve devlet olarak manevi bir seferberliğe ihtiyacımız var. Daha fazla geç olmadan…