Çıplaklığı özgürlük zannedenler cumhuriyeti! İnsanın fıtratının bu denli zorlandığı ve baskı altına alındığı bir başka dönem var mıydı, bilemedim
İsmail Kılıçarslan, Türkiye’de giyinme ve örtünme konusundaki tartışmaları ele aldı. İnsanın fıtratının bu denli zorlandığı ve baskı altına alındığı bir başka dönem olmadığına dikkat çeken Kılıçarslan, “Bildiğim şey şudur. Delikanlıların hemen hiçbiri bir ‘yuva’ kurmak istemiyorlar zira bu toprak kaymasıyla yaşamak öyle zor ki üzerine ev inşa edecekleri bir zeminleri kaldığına inanmıyorlar. Çıplaklığı özgürlük zannedenler cumhuriyetinin vatandaşları ‘nerede yanlış yaptık?’ sorusunu sormaya başlasalar iyi, çok iyi olacak” dedi. Kılıçarslan, Yeni Şafak gazetesindeki köşe yazısında şunları kaydetti: “Çok sert bir başlık attığımı düşünebilirsiniz bugünkü yazıma. Fakat Türkiye’nin politik kamularından biri haline gelen sosyal medyada bu “giyinme-örtünme” ve benzeri meselelerin tartışılma hızına ve dozuna bakarsak başlığa “hafif kaldı” bile denilebilir. Zannedilenin aksine Türkiye’de “giyinme ve sınırları” bahsi muhafazakârlar ile sekülerler arasında ilerleyen “tek katmanlı” bir tartışma zemini değil. Kadın hakları-erkek hakları, kadın kimliği-erkek kimliği, feminizm, bastırılmış erkek olgusu gibi pek çok bağlamı ve katmanı var. Diğer yandan tartışma muhafazakârlarla sekülerler, sekülerlerle sekülerler ve muhafazakârlarla muhafazakârlar arasında da süregidiyor. Şöyle: “Giyinme ve sınırları” meselesi bir toplumsal derin dalga tartışması olarak olanca ağırlığı, sertliği ve şenliği ile devam ediyor. Ve ben bunu oldukça dikkate değer buluyorum.
ÖNE ÇIKAN VİDEO Meseleyi biraz geriden almakta fayda var. “Giyinme ve sınırları” tartışması yüzyıllar içerisinde sürekli “hâkim kültür ve moda endüstrisi” lehine sonuçlanan bir seyir göstermiş. Kadınlar her seferinde “istediğimi giyerim” demiş ve her seferinde kazanmışlar bu mücadeleyi. Dünyadaki seyrine paralel olarak Türkiye’de de böyle olmuş bu süreç. Bu söylediğime bir dünya itiraz yükselecektir elbette ama şöyle düşünüyorum ben. Moda ve kültür endüstrisi, kadına sürekli “kendini hem karşı cinse hem hemcinslerine beğendir, herkesle kıyasıya bir rekabet halinde ol ve bir arzu nesnesi haline gel” demiş. Gelinen noktada bir kadının en önemli harcama kalemleri giyim-kuşam, makyaj malzemesi ve estetik harcamalar durumunda. “Bunu devasa bir kârlılığa çeviren kimdir?” sorusu ise cevaplanması elzem bir soru. Konuyu girift hale getiren şey ise bence şu. Bugün kadınlar “istediklerini giyme” işini çok temel bir özgürlük alanı olarak tanımlıyorlar ve kendilerince çok da haklılar. “Kimin ne giyeceğine, kimin hangi kıyafetle dolaşacağına kişinin kendisinden başka hiç kimse karar veremez” diyorlar. Bu cümlelerinde de haklılar. Tabii kadın-erkek ayırmadan söyleyelim, kimin ne giyeceğine devasa bir tüketim mekanizmasının karar verdiği gerçeği hepimizin özenle pas geçtiği bir gerçek olarak orta yerde. Ama dedim ya, o gerçeği pas geçmek çok kolay. Türkiye’de “giyinme ve sınırları” tartışmasının güncel formu en çok “kadınlar istediğini giyecek, erkekler de kendilerini eğiterek onları rahatsız etmeyecek” noktasında ilerliyor. Tabii ki ve elbette. Kadınlar sokakta çırılçıplak dolaşsa dahi bir erkeğe düşen onlara bakmamak, onları rahatsız etmemektir. Bunu ister dini bir referans olan “Müslüman erkeklere de söyle, gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar” zaviyesinden ele alalım; ister seküler ahlak zaviyesinden ele alalım, böyledir. Fakat burada mesaj birdenbire bulanıklaşmaya da başlar. “İstediğimi giyeyim, bedenimin istediğim yerini göstereyim ama hiçbir erkek bana bakmasın” pozisyonu kadın açısından da erkek açısından da imkânsız bir pozisyondur zira. Beğenilmek, arzu edilmek hissi olmaksızın salt bir “endüstrinin istediği şekilde giyinme” imkânsız pozisyondur çünkü. O halde şu. “İstediğimi giyerim, kimse de bana bakmasın” diyen aslında “benim bakmasına onay-izin verdiklerim hariç” de diyordur aynı zamanda. Ama işte, bu mekanizma her zaman kadının ya da erkeğin istediği gibi ilerlemeyebilir. Avrupa’da da, Türkiye’de de, Amerika’da da ne yazık ki durum budur. Geçenlerde New York sokaklarında yürüyen bir Türk kızının maruz kaldığı sözlü tacizleri kaydettiği bir video izleyip insanlığımdan utandım mesela. Bir başka patika şudur. Genel olarak “giyim ve sınırları” konusunda, kimisi doğru, kimisi yanlış çok katmanlı bir toplumsal mutabakat vardır. Bu da zannedildiği gibi “kötü” bir şey değildir. Ucu çıplaklığa çıkan giyinme biçimleri “düşüklük” olarak kabul görür bugün hemen her toplumda. Sanki hâkim moda ve kültür endüstrisinin asıl uğraşı bu noktada belirginleşti artık. Kadın giyiminin “sonsuz bir özgürlük alanı” olarak tanımlanıp buna karşı çıkan herkesin “toplum dışı” ilan edilmesi tam da bu uğraşın bir sonucu. Seküler-muhafazakâr hemen tüm erkeklerin itirazını yükselttiği yer de tam burası bu tartışmada. “Bana eğitim öneriyorsun ama kadının çıplaklığa varacak denli giyimine bir çekidüzen vermesini asla önermiyorsun. Benim doğamı kısıtlıyor, kadın doğasına ise sonsuz bir özgürlük alanı sağlıyorsun. Bu böyle olmaz” diyorlar. Haklılar mı? Modern dünyanın kaybeden tarafı olarak elbette “eksikli” olarak haklılar. Bazı seküler kadınların “bu çıplaklığa varan teşhircilik giyinme değil, düşüklük, basitlik göstergesidir” itirazlarını da görüyoruz bu tartışmada. Onlar da “temel tanımlarda anlaşma” önerisi yapıyorlar, çünkü oldukça rahatsızlar olan bitenden. Giyinmeyi özgürlük ile ilişkilendirmek ve giyinirken asla özgür iradesiyle karar alamamak kadının cehennemi haline gelirken, bütün kimliği elinden alınmaya çalışılan erkekler için de “kadın”ın bizatihi kendisi bir cehenneme dönüşüyor. İnsanın fıtratının bu denli zorlandığı ve baskı altına alındığı bir başka dönem var mıydı, bilemedim. Bildiğim şey şudur. Delikanlıların hemen hiçbiri bir “yuva” kurmak istemiyorlar zira bu toprak kaymasıyla yaşamak öyle zor ki üzerine ev inşa edecekleri bir zeminleri kaldığına inanmıyorlar. Çıplaklığı özgürlük zannedenler cumhuriyetinin vatandaşları “nerede yanlış yaptık?” sorusunu sormaya başlasalar iyi, çok iyi olacak.”