Komik bir hikâye, biraz da rahatsız edici: Büyük Plan
KAYNAKBetül Memiş / Cnnturk.com“Bizim için zaman, sonsuz bir şimdide ve çok uzaklarda, kaçınılmaz bir felakette vardır; bu iki uğrak örtüşen ya da geçici aşamaları olmaksız farklı görünür. Eksilen bir sonraki zaman, andır; bizler yalnızca uzak geçmişi hatırlayabilen yakın ile en tanıdık olanın tüm boyutlarını kaybetmiş insanlara benziyoruz. Artık saatin bir sonraki tik takına, yenilenmiş praksisin olmayan ilk adımına kulak kesiliriz…” 1934 ve 2024 yılları arasında bu dünyayı şereflendirmiş olan ABD’li edebiyat eleştirmeni, filozof Fredric Ruff Jameson, (Monokl Yayınları, Onur Gayretli çev.) “Zamanın Tohumları” adlı kitabında böyle der ve ekler: “Sanat, ideolojiyi hem yansıtabilir hem de ona meydan okuyabilir. Ancak kapitalist gerçekçilik altında sanat, sistemin bir parçası haline gelir.” 2025 yılının ilk merhabasını, özellikle postmodernite ve kapitalizm analizleri başta olmak üzere çağdaş kültürel eğilimler mevzusundaki analizleriyle de tanınan Jameson üstattan vermek istedim. Nefeslik molalarınızda fanilik mesainize iliştirirsiniz niyetine!
“Rotamız sanat”tan devam edersek de gelelim bugünkü meramımızın öznesine: 2019’da “Bernarda” ve 2022’de “Acı Kaybımız” adlı oyunlarıyla dikkatleri çeken (2019 menşeili) Tiyatro Proje No2’nin yeni oyunu -kara komedi güzergâhında absürt / deneysel tonlamasıyla- “Büyük Plan”… 2003’te Ankara Sanat Tiyatrosu’nda başlayan ve bugüne değin oyuncu, yardımcı yönetmen ve oyun yazarı mesaisinde adını duyduğumuz, son yıllarda da tiyatro oyunları için video mapping tasarımlarındaki imzasından ve bu alanda yeni tasarımcılar ve teknisyenler yetiştirmekteki gayretinden bildiğimiz R. Onur Duru’nun yazdığı (ve video-art tasarımlarını yaptığı) “Büyük Plan”ın proje tasarımı ve yönetmenliğini ise oyunculuk hemhalinin yanında “Hizmetçiler”, “Gus ile Yemek Saati”, “Bernarda”, “Kadınlar İstasyonu”, “Acı Kaybımız” gibi oyunlardaki yönetmenlik mesaisinden bildiğimiz Can Ali Çalışandemir üstleniyor.
70 dakikalık, tek perde “Büyük Plan”ın oyuncularına gelirsek: Van ve İstanbul Devlet Tiyatroları başta olmak üzere, (Beyoğlu – İkincikat) “Hizmetçiler”, (Kültüral Performing Arts) “Paravanlar” ve “Madam Giyotin”deki oyunculuk performansından us’a aldığımız (ki bu oyunda da muazzam bir oyunculuk seyrettiriyor) Çiğdem Yıldız ve bugüne kadar İstanbul Devlet Tiyatrosu’ndaki oyunculuk mesaisinden ve son olarak Emre Yeksan filmi “Yuva”dan hatırlayabileceğimiz Eray Cezayirlioğlu ve (oyundaki üçüncü karakter / video oyuncusu) yazıp, oynadığı ödüllü “Küründen Kabare”deki tek kişilik performansıyla dikkat çeken Seyhan Arman… Sahne arkası emekçileri ise: Işık tasarım Akın Yılmaz, müzik-ses-efekt tasarım Katia Merdinoğlu, görüntü yönetmeni – yapay zeka tasarım Güvenç Selekman, kostüm tasarım Nuri Sezer, hareket yönetimi Yeşim Alıç… Yaratıcılarının, “Büyük Plan, komik bir hikâye aslında, biraz da rahatsız edici…” dediği yerden R. Onur Duru ve Can Ali Çalışandemir ile “Büyük Plan’ın izinde, tiyatro havzasının derin ve geniş vahasından çok da uzaklaşmadan tadında bir röportaj gerçekleştirdik. (Es notu: Oyun fotoğrafları, M. Kerem Dorga)
“Geleneksel birçok türü içinde barındıran avangart bir oyun”
İzninizle sondan başlamak isterim. “Salt gerçek olan bir dünya adına dünyanın yanılsamasına son verme, işte tamı tamına simülasyon budur… Gerçekleştiği an ortadan kaybolmaya başlayan bir gerçeklik evreni içinde yaşıyoruz…” der Fransız sosyolog Jean Baudrillard ve ekler: “Tüketimin tüm yaşamı kuşattığı, tüm etkinliklerin aynı birleştirici biçime uygun olarak zincir oluşturduğu, insanı ödüllendirme yollarının sat be saat önceden ayarlandığı, “çevre”nin bir bütün oluşturduğu, bütünüyle iklimlendirildiği, düzenlendiği, kültürelleştirildiği noktadayız.” Üstadın tarifinden yola çıkarak sizin, hem kişisel yaşamınız hem de tiyatro hayatınızın kadrajından 2024 yılı “Z Raporu”ndan ortaya nasıl bir fotoğraf çıkar? Ve 2025’i karşıladığımız şu günlerde, uzun ve kısa vadede tiyatroya karşı öngörünüz ne olur?
Can Ali Çalışandemir: Baudrillard’a yüzde yüz katılıyorum. Yönetmen olarak “Büyük Plan”da tam olarak ortaya koyduğum simülasyonun tanımı budur. Sizi bu tespitinizden ötürü tebrik ederek başlamak isterim. 2024’ün bana göre en büyük problemi, etik değerlerin her zaman olduğundan fazla dejenere oluşu. Tiyatroların temel problemi ise özel tiyatrolar için salon sayılarının yetersizliği, kamu tiyatroları içinse iş etiği ve iletişimde ortak dili kuramama problemi diyebilirim. Umudumu yitirmemek benim için önemli olsa da “benim yârim gelişinden bellidir”; mikrodan makroya geçtiğimiz yıldan daha zor bir yıl olacağını düşünüyorum.
R. Onur Duru: Ne güzel bir soru ile başladık. Tabii, cevabı da bir o kadar zor. Çünkü günümüz dünyasında tüketim, daha önce hiç olmadığı kadar yükseldi. Bununla beraber gelişim hızı da son 20 yılda inanılmaz bir noktaya ulaştı. Sanat bile en hızlı tüketim araçlarından biri haline geldi. Ben biraz şöyle bakıyorum “eser” kavramına, tıpkı lezzetli bir yemek gibi yavaş yavaş tadımlanmalı. Çünkü “eser” tek bir rengi içermez, içinde birçok notayı barındırır. Zaten onu kalıcı yapan şey de budur. Bir tiyatroya gitmek de bir şarkıyı dinlemek de buruşturulup atılan bir kâğıda dönüştü artık. Oysa gerçek manada sanat ürünleri, tek seferde tüketilip kenara atılmamalı. Bilmiyorum hatırlar mısınız, eskiden bir tiyatro oyunu, beğenildiğinde birkaç sefer izlemeye gidilirdi, her seferinde yeni bir katmanı keşfetmek isterdi seyirci. Günümüzde 30-60 saniyelik reels gözüyle algılıyoruz hayatı. Her şey bir fragman. Hiçbir işin özünü görmüyoruz, önemsemiyoruz. Yaşlı cümleleri kurar gibi buluyorum kendimi bazen, oysa hız ile özümsemek ters orantılıdır. Bu kesin(!) yargımdan sonra şunun da farkındayım elbette ki, hıza yetişmekten başka çaremiz yok. 2024’ün “Z raporu”na gelirsek; biz Tiyatro Proje No2 olarak güzel bir sezon geçirdik; ama bu ardımızda kalan 4 yılın zor bir sonucuydu. Hiçbir şey maalesef bir anda olmuyor. Sabırla, alın teriyle ve çok para harcayarak oluyor. Sonra bir başka oyun sahneliyorsunuz, hafıza problemi yaşayan bir ülke olduğumuzdan sanırım hatırlamıyor, yeniden seyirciyi beklemeye başlıyorsunuz. Sonra o oyun da nihayet seyirci ile hemhal oluyor, sonraki oyun ise yeniden aynı sürece giriyor. “Varoluş” problemi yani. Burada ekonominin etkisi çok büyük tabii. Türkiye’de seyirci sayısında belirgin bir düşüş gözlemliyoruz. İnsanlar karınlarını doyurmak, kiralarını ödemek için çok çalışıyorlar ve aksine eskisinden fakir bir hayat sürüyorlar. Burada ilk feda edilen şey de maalesef tiyatro, edebiyat, şiir. En son ne zaman şiir okudunuz mesela? Ayda 2-3 oyun izleyen seyirci, artık ayda bir, hatta 2 ayda bir tiyatroya gidebilir halde. 2025 ve sonrası için seyircimize bir tek şunu söyleyebilirim: 2. Dünya Savaşının yıkımından kurtulmak için sanata sığınan Avrupa kazandı. Belki unutturulduğumuz estetik, bizi kurtaracak olan şeydir. Denemeye değer…
Gelelim, distopik bir gelecekte geçen ve absürt komediden meramını sarkıtan “Büyük Plan”a… Çıkış noktasını, doğuşunu (sahnelemeden önceki meramınızı) anlatır mısınız?
R. Onur Duru: Bu hikâye 2011’e kadar uzanıyor. Yıllar önce yazdığım bu oyun, ne zaman ve nerede oynanacağını bilmeden yazıldı. Son 3 yıldır da tiyatromuzun repertuvarına girmesi planlanıyor. Nihayet kısmet bu sezonaymış. Oyun, “Çökmüş bir adalet sistemi ve yozlaşmış medyanın içinde çırpınan iki aciz kulun hikâyesi” olarak başladı. İronik olan, oyun kişilerimizden biri avukat biri de gazeteci. Bu çiftimiz, küçük bir sahtekârlıkla kendileri için “büyük(!) bir plan” yaparak kaçmak istemektedirler. Nereye gideceklerse? Tabii ben bu oyunu ilk kaleme aldığımda “yapay zekâ” söz konusu bile değildi. Ben tuhaf bir televizyon karakteri yazmıştım. Yönetmenimiz Can’ın çok zekice getirdiği bir üst okuma, oyunu bugün izlediğiniz son haline getirdi. Can, hem çağdaş hem de geleneksel birçok türü içinde barındıran avangart bir oyun yarattı. Oyunun çıkış noktası ise çok sancılı bir dünyada yaşadığımızı idrakimdir.
Can Ali Çalışandemir: Metni okumam için Onur, 3 yıl önce vermişti, fakat utanarak söylüyorum, o dönem başka oyunlar üzerine çalıştığım için bir türlü fırsat bulamamıştım. Bir gün konservatuvardan sınıf arkadaşım Çiğdem Yıldız aradı. Onur, beni şikâyet etmiş, okumuyor diye. Çiğdem, oyunu çok beğenmiş, beni kınayarak hemen okumamı rica etti. Aynı gün okudum ve şu an kendisi “Büyük Plan”ın “Avukat Hanım” karakterine hayat veriyor. İyi ki hayatımda beni sıkıştırıp kınayan dostlarım var, yoksa bu oyun bu sezon olmazdı.
“Bin yıl da geçse, insan dediğimiz varlık benzer sıkıntıları yaşayacak”
Sahneleme aşamasında ilginize mazhar olan başlıklar nelerdi? Hangi / ne tür bir çalışma üzerinden ilerlediniz? Mesela, yazım ya da prodüksiyon aşamasında ilham aldığınız kitaplar, filmler ya da başka notlar var mıydı?
Can Ali Çalışandemir: Uzun zamandır kuantum fiziği ve yapay zekâ devrimini ilgiyle takip ediyordum. Bir sanat üreticisi olarak durduğum yeri kaybetmemek için her gün bir görev gibi haberleri takip ederim. Keşifler beni ne kadar mutlu ediyorsa, insanların yaşamak zorunda kaldığı problemler de bir o kadar canımı sıkıyor. İşte “Büyük Plan”ın rejisini yaparken bu iki tezat duyguya tutunarak distopik evrene evrilttiğim bir yorum çıktı ortaya.
R. Onur Duru: Sahneleme aşamasını Can anlattı, ben de yazım aşamasından şunu söyleyebilirim: Ionesco, Becket, Brecht, Nazım, Asaf Çiyiltepe, Stephen King, Edgar Allan Poe ve nice iyi yaratıcının ve birçok eserin etkisi ile “söz”ü nasıl söyleyebileceğimi pratik ederken doğan metinlerimden biri “Büyük Plan”.
Bir yanıyla adıyla da gizemli “büyük plan” fakat sahneye düşen fotoğrafta, bir kadın ve bir erkeğin veyahut bir gazeteci ve bir avukatın fanilik mesaisindeki hikâyesinde “Büyük Plan”ın derdi ve meramı nedir?
R. Onur Duru: Ne güzel söylediniz, “fanilik mesaisi”. Bu sözü izninizle kullanacağım. Çünkü tam da bu konu işleniyor oyunda. Fanilik mesaisi üstüne bir sorgulama yapıyoruz. İnsan olmanın ne olduğunu araştırıyoruz oyunda. Bir insan olarak, asla “insan olmak şudur” demek gibi bir densizliğim olamaz. Zaten tiyatromuzun sanatsal bakışında da bu tip kesin yargılara pek de yer yok. Biz sadece kendimize sorduğumuz soruları seyirci ile paylaşıyoruz. Cevaplarımızı birbirimize söyleyip tartışabildiğimizde tiyatronun manasına ulaşabiliriz sanırım. “Büyük Plan”, komik bir hikâye aslında, biraz da rahatsız edici… Önce hiç olmadığımız gibi insanların komik hallerini gördüğümüzü düşünüyoruz, sonra alışageldiğimizin dışında bir ayna ile karşılaştığımızda ise kendimizle yüzleşmemiz mümkün ve sanırım bu, kimisini rahatsız ediyor.
Can Ali Çalışandemir: Evrenin genişleme hızıyla doğrusal ilerliyor gibi görünen arzularımızın genişlemesi bizi müthiş bir tüketme çılgınlığına itti. Her gün yeni bir arzuyla uyanıyor hemen tüketip yenisine geçiyoruz. Bu baş döndürücü hıza bir de yapay zekâ devrimi eşlik ediyor. Problem çözmek ve bilgi akışının hızı öylesine baş döndürücü ki öngörülerimiz bile aklımıza geldiği anda eskiyor. Hepimizi zor bir sınav bekliyor. Bütün bunları düşündüğümde, bir gelecek senaryosu kurgulayarak demek istedim ki; bin yıl da geçse, insan dediğimiz varlık benzer sıkıntıları yaşayacak, aynı hataları yapacak, aynı şeylere ağlayacak, aynı duyguları yaşayacak, tıpkı bin yıl önce olduğu gibi… Tabii kendi türünü yok edecek aşamaya gelmezse. Bilim insanları, insanlığın bugüne devrederek getirdiği kolektif mirasını, bu biyolojik bedenler olmadan aktarmanın yolunu bulacaklar diye düşünüyorum. Çünkü yapay zekâ devrimi bize gösterdi ki bu çok olası. Bu yüzden radikal bir yaklaşımla oyunun zaman ve mekân dramaturgisini Onur’un hoşgörüsü ve yardımıyla değiştirdim; final sahnesinde İkinci Sanayi Devrimi’nin yaşandığı yıllarda ürün veren A. Çehov’un “Martı” oyunundan Nina’nın tiradını dâhil ederek yapay zekâya oynatmak istedim. Galiba spoiler verdim…
“Yaşam, ya gerçekten acınası bir rüyaysa?”
Oyunun tanıtım metninde diyorsunuz ki: “Oyun boyunca karakterlerin kaçış arayışları, onları sonunda “insan olmak nedir?” sorusuyla yüzleştiriyor. Kaçılması gereken şey, gerçekten içinde yaşadığımız dünya mı yoksa bize dayatılan bir yapay gerçeklik mi?” Buradan hareketle ben de size sormak isterim bu iki soruyu; günümüz perspektifinde yorumunuz nedir?
Can Ali Çalışandemir: Bu bir paradoks, çünkü ikisi de aynı çıkmaza dayanıyor, fakat kaçış yok, ironik olan Sisifos gibi eylemde olmakla ilgili, sonucunu bildiğiniz bir eylemin tekerrüründe. Sisifos, kayanın her seferinde yeniden aşağı düşeceğini bildiği halde tekrar aynı eylemi sonsuz sayıda gerçekleştiriyor, bizlerin de “birey” olarak kaderimiz bundan öte değil.
R. Onur Duru: Hiçbir zaman değişmeyecek tek soru bu olabilir, “İnsan olmak nedir?” Hep bunun yanıtını aramıyor muyuz? Tepeden tırnağa bunu aramaya kodlanmışız. Gelmiş geçmiş tüm dünya nüfusunun toplamı kadar da cevabı var bunun. Bizi diğer canlılardan ayıran tek farkımız, bilim üretebilmemiz ve nesillere aktarabilmemiz. Dolayısıyla nereye kaçarsak kaçalım, Mars’a da gidip yaşasak bu sorunun cevabını aramaktan vazgeçmeyeceğiz. Oyundaki bir replikle açıklamaya çalışayım: “Bu sistemden kaçıp başka bir sisteme mi gireceğiz?” Kaçış yok. Cevap bir gün bulunursa -ki bu bence bir ütopya, işte o gün seviye atlayabiliriz.
Oyun sonrası kafamda beliren yazar Herbert George Wells’in şu tanımıydı: “Toplum, kendi hatalarını tekrarlayan bir organizmadır… Yaşamın rüya olduğunu söylerler, hatta acınası bir rüya.” Üstadın bu tarifinden ve “Büyük Plan”ın fona döşediği distopyasından yola çıkarsak bugün / günümüzde görünen nasıl bir fotoğraf karesi oluruz sizce?
R. Onur Duru: Aslında “distopya” kavramı çok hoşumuza gitse de neyin distopik, neyin günün gerçeği, neyin geçmiş olduğunu bir kez daha sormalıyız kendimize. Çünkü evet, kavram olarak oyunun dünyası tam bir distopya. Ama gelişigüzel bir gelecek vizyonu oluştursak bile karşımıza bu senaryonun çıkmasının muhtemel olduğunu, oyunu izlemiş biri olarak sanırım siz de onaylarsınız. O halde ben size sorayım; toplum kendi hatalarını tekrarlayan bir organizma olduğuna göre; yaşam, ya gerçekten acınası bir rüyaysa?
Can Ali Çalışandemir: Siz gerçekten üst okuma yapabilen nadir karşılaştığım bir seyircisiniz. Günümüzde eleştiri yazan eleştirmenler bile bu katmanları algılamıyor, atıflarınızın nokta atışı olmasına çok şaşırıyorum. Şöyle düşünüyorum; “Denklem sabit, sadece rakamlar değişiyor. Sofokles’in “Kreon”u, Shakespeare’in “Macbeth”i, İbsen’in “Nora”sı sizce hâlâ yaşamıyorlar mı? İktidar hırsından kaosu yaratanlar da aşktan ölenler de kadın olmanın yükü altında ezilenler de hâlâ yok mu? Kıyafetler değişiyor, teknoloji değişiyor, değerlerimiz yıpranıyor ama biz gülmeye, ağlamaya, sevmeye devam edeceğiz bu biyolojik yükten kurtulana kadar.
“Oyuncular sadece “ben” değil, “biz” de diyebiliyormuş”
Metni / hikâyeyi, prova ve sahneleme aşamasında yaşadığınız, ilginç, absürt veya “bu da varmış” dediğiniz neleri tecrübe veya yeniden teyit ettiniz; ya da şu an aklınıza gelen, tebessüm ettiren neler oldu bu süreçte? Ayrıca oyunu yaratım ve provalar boyunca fonunuzda, kafanızda sürekli dönen dolaşan neydi?
Can Ali Çalışandemir: Birbirini seven bir ekip olmanın tüm avantajlarını yaşadık. Birçok oyun yönetmiş biri olarak anladım ki; çok büyük bir iş yapıyor gibi “egosantrik” tutumlar göstermeden çalışabilmek de mümkünmüş. Oyuncular sadece “ben” değil, “biz” de diyebiliyormuş. İlk kez böyle bir şeyi tecrübe ettim ve “bu da varmış” dedim. Bu benim için çok önemli. Bu nedenle iyi ki Çiğdem ve Eray’la çalışma şansını buldum. Provalar boyunca düşündüğüm ve kafamda dönen tek şey ise, istediğimiz sahnelere girebilmek ve oyunun hak ettiği karşılığı bulmasıydı, hâlâ da öyle.
R. Onur Duru: Can o kadar haklı ki, bunca emeğin karşılığını bulması lazım. Egolar devreye girmeden bir iş yapmanın örneğidir bizim oyunumuz. Can, ilk olarak oyunu benim yönetmem gerektiğini söylemişti. Ama ben bunu kısır bir devinim olarak gördüm ve ondan yönetmesini rica ettim. Çünkü tiyatro, sanatların, dolayısıyla sanatçıların ortak işidir. Kimse tek başına tiyatro yapamaz. Oyuncularımız Çiğdem ve Eray’ın da fikirleriyle, doğaçlamalarıyla ve kattığı birçok renkle bu izlediğiniz oyun doğdu. Genel olarak provalarımız çok gülerek geçti. Ama benim için en ilginç an, cenaze sahnesinin provasını ilk kez izlediğim andır. Çünkü o sahne orijinal metinde mekân değişikliği olmadan oynanıyordu. Can ise o bölümü, cenaze anında oynatmayı tercih etmiş. O sırada ben şehir dışındaydım. Döndüğümde provayı izlerken bir baktım oyuncuların ellerinde bir siyah şemsiye var, gözlerim doldu. Siyah şemsiye, yazarken ithafta bulunduğum gazetecinin cenazesinin sembolüdür ve bu detay, yazdığım oyunda yer almıyordu, sadece ben biliyordum. Hepimizin aynı ruhu yakalayabildiğimizi anladım o an.
Oyunda en sevdiğiniz bölüm / replik hangisi ve neden? Ve günümüze düşen anlatımda, bugünün “Büyük Plan” karakterleri kimlerdir sizce? Ayrıca distopik bir dünyada geçen “Büyük Plan” evrenini tasarlarken, o evrende sizi en çok etkileyen şey neydi?
R. Onur Duru: “Büyük Plan” evrenindeki karakterler için adaletsizlik ve çıkar dehlizine düşen herkesi düşünebilirsiniz. Bu gerçek bir dehlizdir bana kalırsa. Ayrıca oyunun önemli ayaklardan biri “aydın” eleştirisi. Karakterlerimiz orta-üst sınıf, eğitimli burjuvalar. Ama daha önce de söylediğim gibi, insan o dehlizde çaresizlik içinde savrulduğunda aciz bir kul olmaktan öteye geçemiyor. Oyunun en sevdiğim bölümü sanırım, “hormon” sahnesi. Avukat karakterinin söylediği, “Mesleği bıraksam mı ben? Seninle gidip köylere mi yerleşsek?” repliği beni biraz incitiyor. Bu evreni tasarlarken etkilendiğim bir tek şey vardı; içinde yaşadığımız dünya ve ait olduğumuz “şeyler” bütünü…
Can Ali Çalışandemir: Onur’a katılıyorum benim de en sevdiğim sahne “hormon” sahnesi. Dışarıda yangın varken, insanlar korkunç durumlarla mücadele etmeye çalışırlarken, kendilerinden başka bir şey düşünmeyen bu çift, beni de incitiyor. Galiba biraz da kendi bireyselliğimi ve kaçışlarımı görüyorum onlarda.
“Sistemden çıksanız bile kendinizi de yanınızda götüreceksiniz”
Tesadüf bu ya, hayat verdiğiniz oyundaki karakter(ler)le aynı mahalle ya da apartmanda tanışsınız. Hayat hikâyelerini de bir şekilde biliyorsunuz. Ve bir vakit de aynı masalarda kelama düşmüşünüz. Onlara bir cümleniz olsa, bu ne olurdu?
Can Ali Çalışandemir: “Çok da kasmayın; bu sistemden çıksanız bile kendinizi de yanınızda götüreceksiniz.” der ve C. Baudelaire’den alıntılayarak, “Bu dünya, her hastası yatak değiştirme saplantısına sahip bir akıl hastanesidir… Her nerede değilsem orada mutlu olacakmışım gibi gelir.” derdim.
R. Onur Duru: Gülmekten kendimi alamıyorum bunu düşününce. Onlara sanırım, “Sakin olun çocuklar, her şey geçici” derdim.
“Büyük Plan”ı kimler seyretsin ve neden?
R. Onur Duru: Herkes… Aslında 16 yaş üstü herkes. Eğlenmek, düşünmek, sorgulamak isteyen herkes.
Can Ali Çalışandemir: Ekonomik problemleri düşününce herkes demek zorundayım. Eğlenmek isteyen ama aklını tiyatronun kapısında bırakmayacak herkes.
Son aylarda sizi etkileyen veyahut iyi gelen performans, oyun, film, albüm / şarkı, sergi veyhaut kitaplardan neler var; paylaşırsanız, bizler de nasiplenelim isterim?
Can Ali Çalışandemir: İki sezon oldu izleyeli ama hâlâ devam ediyor, eğer yolunuz düşerse muhakkak Düsseldorf Schauspielhaus’da, yönetmenliğini Adrian Figueroa’nın yaptığı “Biedermann ve Kundakçılar”ı izleyin, hâlâ aklımda birçok sahnesi. Eğer izlemediyseniz (yönetmenliğini Daniel Scheinert, Daniel Kwan’in üstendiği) “Everything Everywhere All At Once / Her Şey Her Yerde Aynı Anda” filmini şiddetle tavsiye ediyorum, son yıllarda beni daha çok etkileyen bir yapım olmadı. Taviloğlu’nun “Bir Koleksiyoner Hikâyesi Sergisi”ni İstanbul’a yolu düşenler muhakkak görmeli. Benim başucu kitabımdır, Metis Yayınları’ndan çıkan John Berger (Metis Yayınları, Aslı Biçen çev.) “Sanatla Direniş”, içim karardığında muhakkak bir bölüm okurum. Sezen Aksu’yu çoğumuz severiz diye düşünüyorum. Yeni çıkardığı, Arto Tunçboyacıyan’ın (ki bütün albümleri tavsiyemdir) vokalini yaptığı “Üşüdüm”ü dinlemediyseniz tavsiye edebilirim.
R. Onur Duru: Geçenlerde bir yerde duydum, çok hoşuma gitti sizinle de paylaşayım; “sanatçı sanattan beslenir” diyor. Son derece haklı. Bu nedenle Can’ın çok güzel tavsiyelerinden eksiklerimi tamamlayacağım. Ben biraz acı şeyler okuyorum, ama neşeli yazmayı seviyorum. Eminim okuyanlar vardır ama okumayanlar için söyleyeyim: (Doğan Kitap) “Huzursuzluk”, Zülfü Livaneli. Zaten “Büyük Plan” da bambaşka bir huzursuzluğun bambaşka bir ifadesi.
Hem kişisel hem de tiyatro güzergâhında masanızda yer alan veya kafanızda dolanan gelecek proje ve programınızdan bahseder misiniz? Can Ali Çalışandemir: Projeler bitmez, bu sezon İstanbul ve Antalya Devlet Tiyatroları’nda iki oyunun hazırlığını yapıyorum. Fakat asıl beni heyecanlandıran, yine Proje No2 olarak sahneleyeceğimiz bir oyun var. “Bernarda”yı yönetirken de sonrasında da Lorca üçlemesi yapma fikri her zaman kafamdaydı. Yeşim Alıç gibi meziyetli bir aktris ile tanışınca artık “Yerma”yı yapma zamanının geldiğini düşündüm. Prömiyer yapar yapmaz başladık, bir süredir çalışıyoruz.
R. Onur Duru: Biraz önce söylediğim en sevdiğim replik kulağımda çınlıyor sürekli, “Mesleği bıraksam mı ben?” Umutsuz bir cevap gibi görünse de her an kalkıp gidebilmek özgürlüğünde tiyatro yapabilmek çok büyük bir lüks. Enerjimin yettiğince buralarda olmaya devam edeceğim ama. Can da bahsetti, uzun zamandır projelendirdiği, Lorca üçlemesinin ikinci ayağına başladık. “Büyük Plan”da hareket düzenimizi yapan ve aynı zamanda çok yetenekli bir oyuncu olan Yeşim Alıç ile çalışıyoruz. Bunu da yakın çevremiz dışında ilk kez sizinle paylaşıyoruz. Bu sezon başka projelerimiz de var. Zaman kalacak mı bilmiyorum ama sürprizler geliyor. En büyük hayalimiz ise kendi sahnemizi kurmak. Onun için de ayrıca çok uğraşıyoruz, umarım başaracağız. Bir yandan da D.T. ve özel tiyatrolara video mapping tasarım yapıyorum. Kişisel program derseniz; yazın çok keyifli ve uzun bir tatil yapmak istiyorum.
Son olarak “bu da var paylaşalım, çoğalsın…” dediğiniz bir şeyler varsa duymak isteriz. Bir de oyun programınızı verirseniz, ajandalara not düşeriz!
Can Ali Çalışandemir: Size çok teşekkür ediyorum, umarım sizin gibi performans metnini iyi okuyabilen bol bol seyircimiz olur.
R. Onur Duru: Çok şey var. Ama beni bırakırsanız üç gün konuşurum. Son söz olarak öncelikle, bu keyifli röportaj için çok teşekkür ederiz. Seyircilerimize de yanımızda olmalarını, Instagram’dan (@projeno2) takip ederek bile çok önemli bir destekte bulunacaklarını hatırlatmak isterim. Bizi yalnız bırakmasınlar, beraber varız, aksi halde yokuz… Oyun tarihleri: 20 Ocak Pazartesi / Ankara Aralık Sahne; 27 Ocak – 17 Şubat / Kadıköy Boa Sahne; 10 Şubat Pazartesi / Endless Art Taksim; 24 Şubat Pazartesi / İstanbul Claphall.